English    Türkçe    فارسی   

1
1514-1563

  • Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!
  • ما که‌‌ایم اندر جهان پیچ پیچ ** چون الف او خود چه دارد هیچ هیچ‌‌
  • Elçinin Ömer’den - Tanrı ondan razı olsun - , ruhların bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması
  • سؤال کردن رسول روم از عمر از سبب ابتلای ارواح با این آب و گل اجساد
  • Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var? 1515
  • گفت یا عمر چه حکمت بود و سر ** حبس آن صافی در این جای کدر
  • Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi nedir?” dedi.
  • آب صافی در گلی پنهان شده ** جان صافی بسته‌‌ی ابدان شده‌‌
  • Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ manayı harflerle takyit eder(bir söz söylersin).
  • گفت تو بحثی شگرفی می‌‌کنی ** معنیی را بند حرفی می‌‌کنی‌‌
  • Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyit eyledin.
  • حبس کردی معنی آزاد را ** بند حرفی کرده ای تو یاد را
  • Sen faydadan mahcup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da.
  • از برای فایده این کرده‌‌ای ** تو که خود از فایده در پرده‌‌ای‌‌
  • Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? 1520
  • آن که از وی فایده زاییده شد ** چون نبیند آن چه ما را دیده شد
  • Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
  • صد هزاران فایده ست و هر یکی ** صد هزاران پیش آن یک اندکی‌‌
  • Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun?
  • آن دم نطقت که جزو جزوهاست ** فایده شد کل کل خالی چراست‌‌
  • Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
  • تو که جزوی کار تو با فایده ست ** پس چرا در طعن کل آری تو دست‌‌
  • Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış!
  • گفت را گر فایده نبود مگو ** ور بود هل اعتراض و شکر جو
  • Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek, şükür değildir. 1525
  • شکر یزدان طوق هر گردن بود ** نه جدال و رو ترش کردن بود
  • Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
  • گر ترش رو بودن آمد شکر و بس ** پس چو سرکه شکر گویی نیست کس‌‌
  • Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!
  • سرکه را گر راه باید در جگر ** گو بشو سرکنگبین او از شکر
  • Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, hapsolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mana, sapan gibi… istenen yere gitmesine imkan yok.
  • معنی اندر شعر جز با خبط نیست ** چون قلاسنگ است اندر ضبط نیست‌‌
  • “ Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun “ sözünün manası
  • در معنی آن که من أراد أن یجلس مع الله فلیجلس مع أهل التصوف‌‌
  • Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!
  • آن رسول از خود بشد زین یک دو جام ** نه رسالت یاد ماندش نه پیام‌‌
  • Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu. 1530
  • واله اندر قدرت الله شد ** آن رسول اینجا رسید و شاه شد
  • Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı, ekin oldu.
  • سیل چون آمد به دریا بحر گشت ** دانه چون آمد به مزرع گشت کشت‌‌
  • Ekmek Âdem Atanın vücuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu.
  • چون تعلق یافت نان با بو البشر ** نان مرده زنده گشت و با خبر
  • Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
  • موم و هیزم چون فدای نار شد ** ذات ظلمانی او انوار شد
  • Sürme taşı, (dövülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.
  • سنگ سرمه چون که شد در دیده‌‌گان ** گشت بینایی شد آن جا دیدبان‌‌
  • Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! 1535
  • ای خنک آن مرد کز خود رسته شد ** در وجود زنده‌‌ای پیوسته شد
  • Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
  • وای آن زنده که با مرده نشست ** مرده گشت و زندگی از وی بجست‌‌
  • Tanrı Kur’an’ına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
  • چون تو در قرآن حق بگریختی ** با روان انبیا آمیختی‌‌
  • Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.
  • هست قرآن حالهای انبیا ** ماهیان بحر پاک کبریا
  • Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda !).
  • ور بخوانی و نه‌‌ای قرآن پذیر ** انبیا و اولیا را دیده گیر
  • Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir. 1540
  • ور پذیرایی چو بر خوانی قصص ** مرغ جانت تنگ آید در قفص‌‌
  • Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
  • مرغ کاو اندر قفس زندانی است ** می‌‌نجوید رستن از نادانی است‌‌
  • Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
  • روحهایی کز قفسها رسته‌‌اند ** انبیای رهبر شایسته‌‌اند
  • Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!
  • از برون آوازشان آید ز دین ** که ره رستن ترا این است این‌‌
  • Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
  • ما به دین رستیم زین ننگین قفس ** جز که این ره نیست چاره‌‌ی این قفس‌‌
  • Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir! 1545
  • خویش را رنجور سازی زار زار ** تا ترا بیرون کنند از اشتهار
  • Zaten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”
  • که اشتهار خلق بند محکم است ** در ره این از بند آهن کی کم است‌‌
  • Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması
  • قصه‌‌ی بازرگان که طوطی محبوس او او را پیغام داد به طوطیان هندوستان هنگام رفتن به تجارت‌‌
  • Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
  • بود بازرگانی او را طوطیی ** در قفس محبوس زیبا طوطیی‌‌
  • Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
  • چون که بازرگان سفر را ساز کرد ** سوی هندستان شدن آغاز کرد
  • Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.
  • هر غلام و هر کنیزک را ز جود ** گفت بهر تو چه آرم گوی زود
  • Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vadetti. 1550
  • هر یکی از وی مرادی خواست کرد ** جمله را وعده بداد آن نیک مرد
  • Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.
  • گفت طوطی را چه خواهی ارمغان ** کارمت از خطه‌‌ی هندوستان‌‌
  • Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
  • گفتش آن طوطی که آن جا طوطیان ** چون ببینی کن ز حال من بیان‌‌
  • De ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrı’nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur.
  • کان فلان طوطی که مشتاق شماست ** از قضای آسمان در حبس ماست‌‌
  • Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.
  • بر شما کرد او سلام و داد خواست ** وز شما چاره و ره ارشاد خواست‌‌
  • Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim. 1555
  • گفت می‌‌شاید که من در اشتیاق ** جان دهم اینجا بمیرم در فراق‌‌
  • Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
  • این روا باشد که من در بند سخت ** گه شما بر سبزه گاهی بر درخت‌‌
  • Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde.
  • این چنین باشد وفای دوستان ** من در این حبس و شما در بوستان‌‌
  • Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!
  • یاد آرید ای مهان زین مرغ زار ** یک صبوحی در میان مرغزار
  • Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnun olursa.
  • یاد یاران یار را میمون بود ** خاصه کان لیلی و این مجنون بود
  • Ey güzel endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı? 1560
  • ای حریفان بت موزون خود ** من قدحها می‌‌خورم پر خون خود
  • Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç!
  • یک قدح می نوش کن بر یاد من ** گر همی‌‌خواهی که بدهی داد من‌‌
  • İçerken bu yerlere serilmiş düşkün âşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!
  • یا به یاد این فتاده‌‌ی خاک بیز ** چون که خوردی جرعه ای بر خاک ریز
  • Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?
  • ای عجب آن عهد و آن سوگند کو ** وعده‌‌های آن لب چون قند کو