- Bunu anlatmak farzdır. Ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz. 2615
- شرح این فرض است گفتن لیک من ** باز میگردم به قصهی مرد و زن
- Arapla eşine ait hikâyenin sonu
- مخلص ماجرای عرب و جفت او
- Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin neticesini istemekte.
- ماجرای مرد و زن را مخلصی ** باز میجوید درون مخلصی
- Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil.
- ماجرای مرد و زن افتاد نقل ** آن مثال نفس خود میدان و عقل
- Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.
- این زن و مردی که نفس است و خرد ** نیک بایسته ست بهر نیک و بد
- Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.
- وین دو بایسته در این خاکی سرا ** روز و شب در جنگ و اندر ماجرا
- Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur. 2620
- زن همیخواهد هویج خانگاه ** یعنی آب رو و نان و خوان و جاه
- Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevazu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir.
- نفس همچون زن پی چارهگری ** گاه خاکی گاه جوید سروری
- Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.
- عقل خود زین فکرها آگاه نیست ** در دماغش جز غم الله نیست
- Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.
- گر چه سر قصه این دانه ست و دام ** صورت قصه شنو اکنون تمام
- Eğer yalnız mânaya ait anlatış kifayet etseydi âlem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur giderdi.
- گر بیان معنوی کافی شدی ** خلق عالم عاطل و باطل بدی
- Sevgi, düşünce ve mânadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhiri suretleri de kalmaz, yok olurdu. 2625
- گر محبت فکرت و معنیستی ** صورت روزه و نمازت نیستی
- Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
- هدیههای دوستان با همدیگر ** نیست اندر دوستی الا صور
- Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder.
- تا گواهی داده باشد هدیهها ** بر محبتهای مضمر در خفا
- Çünkü, ey ulu kişi, zâhiri iyilikler gizli sevgilere şahittir.
- ز آن که احسانهای ظاهر شاهدند ** بر محبتهای سر ای ارجمند
- Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoş, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!
- شاهدت گه راست باشد گه دروغ ** مست گاهی از می و گاهی ز دوغ
- Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür. 2630
- دوغ خورده مستیی پیدا کند ** های و هوی و سر گرانیها کند
- O murai de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
- آن مرایی در صیام و در صلاست ** تا گمان آید که او مست ولاست
- Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir.
- حاصل افعال برونی دیگر است ** تا نشان باشد بر آن چه مضمر است
- Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri, yalancı alâmeti,doğrusundan ayırt edelim.
- یا رب آن تمییز ده ما را به خواست ** تا شناسیم آن نشان کژ ز راست
- Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.
- حس را تمییز دانی چون شود ** آن که حس ینظر بنور الله بود
- Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi...Akrabalık sevgiyi bildirir. 2635
- ور اثر نبود سبب هم مظهر است ** همچو خویشی کز محبت مخبر است
- Fakat imam ve muktedası Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
- نبود آن که نور حقش شد امام ** مر اثر را یا سببها را غلام
- Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden kurtulur.
- یا محبت در درون شعله زند ** زفت گردد وز اثر فارغ کند
- Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu bütün kâinata yaymıştır.
- حاجتش نبود پی اعلام مهر ** چون محبت نور خود زد بر سپهر
- Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilât var ama sen ara.
- هست تفصیلات تا گردد تمام ** این سخن لیکن بجو تو و السلام
- Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak! 2640
- گر چه شد معنی در این صورت پدید ** صورت از معنی قریب است و بعید
- Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.
- در دلالت همچو آباند و درخت ** چون به ماهیت روی دورند سخت
- Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
- ترک ماهیات و خاصیات گو ** شرح کن احوال آن دو ماهرو
- O Arabın, karısının dileğine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye yemin etmesi
- دل نهادن عرب بر التماس دل بر خویش و سوگند خوردن که در این تسلیم مرا حیلتی و امتحانی نیست
- Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.
- مرد گفت اکنون گذشتم از خلاف ** حکم داری تیغ بر کش از غلاف
- Ne dersen ben sana tâbiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... ona bakmam.
- هر چه گویی من ترا فرمانبرم ** در بد و نیک آمد آن ننگرم
- Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.” 2645
- در وجود تو شوم من منعدم ** چون محبم حب یعمی و یصم
- Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.
- گفت زن آهنگ برم میکنی ** یا به حیلت کشف سرم میکنی
- Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safi’yi yaratan Tanrı hakkı için (Seni seviyorum).
- گفت و الله عالم السر الخفی ** کافرید از خاک آدم را صفی
- Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.
- در سه گز قالب که دادش وا نمود ** هر چه در الواح و در ارواح بود
- Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesmâ” sından ders verdi, öğretti.
- تا ابد هر چه بود او پیش پیش ** درس کرد از علم الاسماء خویش
- Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler. 2650
- تا ملک بیخود شد از تدریس او ** قدس دیگر یافت از تقدیس او
- Âdem’in yüzünden nail oldukları fütuhata, göklerde bile erişememişlerdir.
- آن گشادیشان کز آدم رو نمود ** در گشاد آسمانهاشان نبود
- Âdem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı.
- در فراخی عرصهی آن پاک جان ** تنگ آمد عرصهی هفت آسمان
- Peygamber dedi ki “Tanrı; 'Ben yücelere, aşağılara sığmam.
- گفت پیغمبر که حق فرموده است ** من نگنجم هیچ در بالا و پست
- Yere, göğe, hatta arşa sığmam' buyurdu." Bunu, ey aziz, yakînen bil.
- در زمین و آسمان و عرش نیز ** من نگنجم این یقین دان ای عزیز
- Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi. 2655
- در دل مومن بگنجم ای عجب ** گر مرا جویی در آن دلها طلب
- Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”
- گفت ادخل فی عبادی تلتقی ** جنة من رؤیتی یا متقی
- Arş, bile o nuriyle, o genişliğiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
- عرش با آن نور با پهنای خویش ** چون بدید آن را برفت از جای خویش
- Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânaya karşı suret nedir ki?
- خود بزرگی عرش باشد بس مدید ** لیک صورت کیست چون معنی رسید
- Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.
- هر ملک میگفت ما را پیش از این ** الفتی میبود بر گرد زمین
- Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık. 2660
- تخم خدمت بر زمین میکاشتیم ** ز آن تعلق ما عجب میداشتیم
- Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
- کاین تعلق چیست با این خاکمان ** چون سرشت ما بده ست از آسمان
- Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi?
- الف ما انوار با ظلمات چیست ** چون تواند نور با ظلمات زیست
- Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
- آدما آن الف از بوی تو بود ** ز آن که جسمت را زمین بد تار و پود
- Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.
- جسم خاکت را از اینجا بافتند ** نور پاکت را در اینجا یافتند