English    Türkçe    فارسی   

2
1063-1112

  • Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç!
  • گرد نفس دزد و کار او مپیچ ** هر چه آن نه کار حق هیچ است هیچ‏
  • Kıyamet günü gelmeden, gece hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç.
  • پیش از آن که روز دین پیدا شود ** نزد مالک دزد شب رسوا شود
  • Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan adamın boynunda kalır. 1065
  • رخت دزدیده به تدبیر و فنش ** مانده روز داوری بر گردنش‏
  • Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da.
  • صد هزاران عقل با هم بر جهند ** تا به غیر دام او دامی نهند
  • Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kâfi bulurlar ama bir çöp parçası rüzgâra nasıl dayanabilir?
  • دام خود را سخت‏تر یابند و بس ** کی نماید قوتی با باد خس‏
  • Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam?
  • گر تو گویی فایده‏ی هستی چه بود ** در سؤالت فایده هست ای عنود
  • Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim?
  • گر ندارد این سؤالت فایده ** چه شنویم این را عبث بی‏عایده‏
  • Eğer birçok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise? 1070
  • ور سؤالت را بسی فاییده‏هاست ** پس جهان بی‏فایده آخر چراست‏
  • Cihan, bir cihetten faydasız, başka bir cihetten faydalarla dopdoludur.
  • ور جهان از یک جهت بی‏فایده ست ** از جهتهای دگر پر عایده ست‏
  • Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa. Mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma.
  • فایده‏ی تو گر مرا فاییده نیست ** مر ترا چون فایده ست از وی مه ایست‏
  • Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti, lüzumsuzdu.. Fakat bütün bir âleme faydalıydı.
  • حسن یوسف عالمی را فایده ** گر چه بر اخوان عبث بد زایده‏
  • Davut’un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi.
  • لحن داودی چنان محبوب بود ** لیک بر محروم بانگ چوب بود
  • Nil nehrinin suyu, Abıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi. Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı. 1075
  • آب نیل از آب حیوان بد فزون ** لیک بر محروم و منکر بود خون‏
  • Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme!
  • هست بر مومن شهیدی زندگی ** بر منافق مردن است و ژندگی‏
  • Âlemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle.
  • چیست در عالم بگو یک نعمتی ** که نه محرومند از وی امتی‏
  • Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır.
  • گاو و خر را فایده چه در شکر ** هست هر جان را یکی قوتی دگر
  • Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.
  • لیک گر آن قوت بر وی عارضی است ** پس نصیحت کردن او را رایضی است‏
  • Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı, kendisine gıda sanır ama, 1080
  • چون کسی کاو از مرض گل داشت دوست ** گر چه پندارد که آن خود قوت اوست‏
  • Asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur.
  • قوت اصلی را فرامش کرده است ** روی در قوت مرض آورده است‏
  • Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir.
  • نوش را بگذاشته سم خورده است ** قوت علت همچو چوبش کرده است‏
  • İnsanın asli gıdası Allah nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!
  • قوت اصلی بشر نور خداست ** قوت حیوانی مر او را ناسزاست‏
  • Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir.
  • لیک از علت در این افتاد دل ** که خورد او روز و شب زین آب و گل‏
  • Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu? 1085
  • روی زرد و پای سست و دل سبک ** کو غذای و السما ذات الحبک‏
  • O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız aletsiz yenir.
  • آن غذای خاصگان دولت است ** خوردن آن بی‏گلو و آلت است‏
  • Güneşin gıdası, Arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası ferş dumanından!
  • شد غذای آفتاب از نور عرش ** مر حسود و دیو را از دود فرش‏
  • Allah, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak!
  • در شهیدان یرزقون فرمود حق ** آن غذا را نه دهان بد نه طبق‏
  • Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.
  • دل ز هر یاری غذایی می‏خورد ** دل ز هر علمی صفایی می‏برد
  • Her insanın sureti, bir kâseye benzer. Göz de suretinin manasına ait bir duygu âletidir. 1090
  • صورت هر آدمی چون کاسه‏ای است ** چشم از معنی او حساسه‏ای است‏
  • Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
  • از لقای هر کسی چیزی خوری ** و ز قران هر قرین چیزی بری‏
  • Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
  • چون ستاره با ستاره شد قرین ** لایق هر دو اثر زاید یقین‏
  • Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi, taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
  • چون قران مرد و زن زاید بشر ** وز قران سنگ و آهن شد شرر
  • Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
  • و ز قران خاک با بارانها ** میوه‏ها و سبزه و ریحانها
  • İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır, gamı gider, neşelenir. 1095
  • و ز قران سبزه‏ها با آدمی ** دل خوشی و بی‏غمی و خرمی‏
  • Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
  • وز قران خرمی با جان ما ** می‏بزاید خوبی و احسان ما
  • Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
  • قابل خوردن شود اجسام ما ** چون بر آید از تفرج کام ما
  • Rengin kızarması karanlıktandır. Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
  • سرخ رویی از قران خون بود ** خون ز خورشید خوش گلگون بود
  • Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.
  • بهترین رنگها سرخی بود ** و آن ز خورشید است و از وی می‏رسد
  • Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez. 1100
  • هر زمینی کان قرین شد با زحل ** شوره گشت و کشت را نبود محل‏
  • Bir şeyin bir şeyle birleşmesi, kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
  • قوت اندر فعل آید ز اتفاق ** چون قران دیو با اهل نفاق‏
  • Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
  • این معانی راست از چرخ نهم ** بی‏همه طاق و طرم طاق و طرم‏
  • Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
  • خلق را طاق و طرم عاریت است ** امر را طاق و طرم ماهیت است‏
  • Hâlbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır!
  • از پی طاق و طرم خواری کشند ** بر امید عز در خواری خوشند
  • On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar. 1105
  • بر امید عز ده روزه‏ی خدوک ** گردن خود کرده‏اند از غم چو دوک‏
  • Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
  • چون نمی‏آیند اینجا که منم ** کاندر این عز آفتاب روشنم‏
  • Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
  • مشرق خورشید برج قیرگون ** آفتاب ما ز مشرقها برون‏
  • Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Hâlbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
  • مشرق او نسبت ذرات او ** نه بر آمد نه فرو شد ذات او
  • Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.
  • ما که واپس ماند ذرات وی‏ایم ** در دو عالم آفتابی بی‏فی‏ایم‏
  • Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı! 1110
  • باز گرد شمس می‏گردم عجب ** هم ز فر شمس باشد این سبب‏
  • Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
  • شمس باشد بر سببها مطلع ** هم از او حبل سببها منقطع‏
  • Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
  • صد هزاران بار ببریدم امید ** از که از شمس این شما باور کنید