English    Türkçe    فارسی   

3
551-600

  • Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin, o nefret de geldi geçti.
  • انس تو با شیر و با پستان نماند ** نفرت تو از دبیرستان نماند
  • O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyasından ibarettir. O akis güneşe gitti.
  • آن شعاعی بود بر دیوارشان ** جانب خورشید وا رفت آن نشان
  • Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona âşık oluyorsun.
  • بر هر آن چیزی که افتد آن شعاع ** تو بر آن هم عاشق آیی ای شجاع
  • Her vara taallûk eden aşkın, Allah vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zahirî güzelliğinden değil.
  • عشق تو بر هر چه آن موجود بود ** آن ز وصف حق زر اندود بود
  • O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir. 555
  • چون زری با اصل رفت و مس بماند ** طبع سیر آمد طلاق او براند
  • Onun yaldızlı, zahirî sıfatlarından ayağını çek. Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
  • از زر اندود صفاتش پا بکش ** از جهالت قلب را کم گوی خوش
  • Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O süsün, püsün altında süssüzlük vardır.
  • کان خوشی در قلبها عاریتست ** زیر زینت مایه‌ی بی زینتست
  • Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
  • زر ز روی قلب در کان می‌رود ** سوی آن کان رو تو هم کان می‌رود
  • Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.
  • نور از دیوار تا خور می‌رود ** تو بدان خور رو که در خور می‌رود
  • Ondan sonrada mademki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste. 560
  • زین سپس پستان تو آب از آسمان ** چون ندیدی تو وفا در ناودان
  • Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
  • معدن دنبه نباشد دام گرگ ** کی شناسد معدن آن گرگ سترگ
  • O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
  • زر گمان بردند بسته در گره ** می‌شتابیدند مغروران به ده
  • Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
  • همچنین خندان و رقصان می‌شدند ** سوی آن دولاب چرخی می‌زدند
  • Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,
  • چون همی‌دیدند مرغی می‌پرید ** جانب ده صبر جامه می‌درید
  • Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar, 565
  • هر که می‌آمد ز ده از سوی او ** بوسه می‌دادند خوش بر روی او
  • “Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.
  • گر تو روی یار ما را دیده‌ای ** پس تو جان را جان و ما را دیده‌ای
  • Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı
  • نواختن مجنون آن سگ را کی مقیم کوی لیلی بود
  • Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
  • همچو مجنون کو سگی را می‌نواخت ** بوسه‌اش می‌داد و پیشش می‌گداخت
  • Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
  • گرد او می‌گشت خاضع در طواف ** هم جلاب شکرش می‌داد صاف
  • Bir herzevekil dedi: “A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
  • بوالفضولی گفت ای مجنون خام ** این چه شیدست این که می‌آری مدام
  • Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.” 570
  • پوز سگ دایم پلیدی می‌خورد ** مقعد خود را بلب می‌استرد
  • Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp âleminin kokusunu bile alamaz.
  • عیبهای سگ بسی او بر شمرد ** عیب‌دان از غیب‌دان بویی نبرد
  • Mecnun dedi ki. “Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
  • گفت مجنون تو همه نقشی و تن ** اندر آ و بنگرش از چشم من
  • Bu köpek, bence Allah’ın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
  • کین طلسم بسته‌ی مولیست این ** پاسبان کوچه‌ی لیلیست این
  • Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?
  • همنشین بین و دل و جان و شناخت ** کو کجا بگزید و مسکن‌گاه ساخت
  • O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hatta o benim dertdaşım, gamdaşım. 575
  • او سگ فرخ‌رخ کهف منست ** بلک او هم‌درد و هم‌لهف منست
  • Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
  • آن سگی که باشد اندر کوی او ** من به شیران کی دهم یک موی او
  • Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
  • ای که شیران مر سگانش را غلام ** گفت امکان نیست خامش والسلام
  • Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
  • گر ز صورت بگذرید ای دوستان ** جنتست و گلستان در گلستان
  • Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.
  • صورت خود چون شکستی سوختی ** صورت کل را شکست آموختی
  • Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın. 580
  • بعد از آن هر صورتی را بشکنی ** همچو حیدر باب خیبر بر کنی
  • O saf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
  • سغبه‌ی صورت شد آن خواجه‌ی سلیم ** که به ده می‌شد بگفتاری سقیم
  • O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
  • سوی دام آن تملق شادمان ** همچو مرغی سوی دانه‌ی امتحان
  • Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Hâlbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
  • از کرم دانست مرغ آن دانه را ** غایت حرص است نه جود آن عطا
  • Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
  • مرغکان در طمع دانه شادمان ** سوی آن تزویر پران و دوان
  • Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum. 585
  • گر ز شادی خواجه آگاهت کنم ** ترسم ای ره‌رو که بیگاهت کنم
  • Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
  • مختصر کردم چو آمد ده پدید ** خود نبود آن ده ره دیگر گزید
  • Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar. Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
  • قرب ماهی ده بده می‌تاختند ** زانک راه ده نکو نشناختند
  • Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
  • هر که در ره بی قلاوزی رود ** هر دو روزه راه صدساله شود
  • Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
  • هر که تازد سوی کعبه بی دلیل ** همچو این سرگشتگان گردد ذلیل
  • Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de! 590
  • هر که گیرد پیشه‌ای بی‌اوستا ** ریش‌خندی شد بشهر و روستا
  • Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
  • جز که نادر باشد اندر خافقین ** آدمی سر بر زند بی والدین
  • Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
  • مال او یابد که کسبی می‌کند ** نادری باشد که بر گنجی زند
  • Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
  • مصطفایی کو که جسمش جان بود ** تا که رحمن علم‌القرآن بود
  • Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.
  • اهل تن را جمله علم بالقلم ** واسطه افراشت در بذل کرم
  • Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü. 595
  • هر حریصی هست محروم ای پسر ** چون حریصان تگ مرو آهسته‌تر
  • Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler, zahmetler çektiler.
  • اندر آن ره رنجها دیدند و تاب ** چون عذاب مرغ خاکی در عذاب
  • Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.
  • سیر گشته از ده و از روستا ** وز شکرریز چنان نا اوستا
  • Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan gelmesi
  • رسیدن خواجه و قومش به ده و نادیده و ناشناخته آوردن روستایی ایشان را
  • Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
  • بعد ماهی چون رسیدند آن طرف ** بی‌نوا ایشان ستوران بی علف
  • Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,
  • روستایی بین که از بدنیتی ** می‌کند بعد اللتیا والتی
  • Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu. 600
  • روی پنهان می‌کند زیشان بروز ** تا سوی باغش بنگشایند پوز