English    Türkçe    فارسی   

4
112-161

  • Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... Bil ki kin, sapıklığın, kâfirliğin temelidir!
  • کارگاه خشم گشت و کین‌وری ** کینه دان اصل ضلال و کافری
  • Birisinin İsa aleyhisselâm’dan “Âlemde bütün güç şeylerin en gücü nedir?” diye sorması
  • سال کردن از عیسی علیه‌السلام کی در وجود از همه‌ی صعبها صعب‌تر چیست
  • Akıllı birisi, İsa’ya “Âlemde her şeyden daha sarp, daha güç nedir?’’ diye sordu.
  • گفت عیسی را یکی هشیار سر ** چیست در هستی ز جمله صعب‌تر
  • İsa dedi ki: “Ey can, en sarp, en güç şey, Allah gazabıdır. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi titrer!”
  • گفتش ای جان صعب‌تر خشم خدا ** که از آن دوزخ همی لرزد چو ما
  • Adam “Peki, bu Allah gazabından nasıl aman bulmalı?” deyince İsa şöyle cevap verdi: “Kızdığın zaman kızgınlığına uyamamak gerek!” 115
  • گفت ازین خشم خدا چه بود امان ** گفت ترک خشم خویش اندر زمان
  • Kötü kişi bu kızgınlığın madenidir... Onun çirkin kızgınlığı yırtıcı canavarların kızgınlığını da geçer!
  • پس عوان که معدن این خشم گشت ** خشم زشتش از سبع هم در گذشت
  • O hünersiz kişi, kızgınlıktan vazgeçmekten başka Allah’tan ne rahmet umabilir ki?
  • چه امیدستش به رحمت جز مگر ** باز گردد زان صفت آن بی‌هنر
  • Gerçi bunların âlemde bulunmamasına imkân yok; bunlar da lâzım bu dünyaya... Fakat bu sözü söylemek, onları büsbütün sapıklığa atmaktır!
  • گرچه عالم را ازیشان چاره نیست ** این سخن اندر ضلال افکندنیست
  • Dünyada çare yok, sidik de bulunur; bulunur ama arı duru su değildir ya!
  • چاره نبود هم جهان را از چمین ** لیک نبود آن چمین ماء معین
  • Aşığın kötülük etmek istemesi, sevgilinin ona bağırması
  • قصد خیانت کردن عاشق و بانگ بر زدن معشوق بر وی
  • O ahmak adam, sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik kucaklamaya, öpmeye kalkıştı. 120
  • چونک تنهااش بدید آن ساده مرد ** زود او قصد کنار و بوسه کرد
  • O güzel, “Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını başına al” diye heybetle bir bağırdı.
  • بانگ بر وی زد به هیبت آن نگار ** که مرو گستاخ ادب را هوش دار
  • Âşık “Burası ıssız, halk yok... Su ortada, benim gibi de bir susuz!
  • گفت آخر خلوتست و خلق نی ** آب حاضر تشنه‌ی هم‌چون منی
  • Burada rüzgârdan başka kımıldayan yok... Kim var, kim bu açılıp saçılmamıza mâni olacak?” dedi.
  • کس نمی‌جنبد درینجا جز که باد ** کیست حاضر کیست مانع زین گشاد
  • Sevgili dedi ki: “A deli herif, meğerse sen budalaymışsın... Akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin!
  • گفت ای شیدا تو ابله بوده‌ای ** ابلهی وز عاقلان نشنوده‌ای
  • Rüzgârı esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir harekete getiren var. 125
  • باد را دیدی که می‌جنبد بدان ** بادجنبانیست اینجا بادران
  • Allah sanatının dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgârlara dokunmada, onu estirip durmada!
  • مروحهى تصريف صنع ايزدش ** زد بر اين باد و همىجنباندش
  • Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüz’i bir rüzgâr bile yelpazeyi sallamadıkça esmez.
  • جزو بادی که به حکم ما درست ** بادبیزن تا نجنبانی نجست
  • A aptal adam, bu cüz’i rüzgâr bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana gelmez.
  • جنبش این جزو باد ای ساده مرد ** بی‌تو و بی‌بادبیزن سر نکرد
  • Dudaktaki nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle harekete gelir.
  • جنبش باد نفس کاندر لبست ** تابع تصریف جان و قالبست
  • Gâh o nefesle birisini över, birisine haber yollarsın... Gâh birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin! 130
  • گاه دم را مدح و پیغامی کنی ** گاه دم را هجو و دشنامی کنی
  • Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil... Akıllılar cüz’de küllü görürler.
  • پس بدان احوال دیگر بادها ** که ز جز وی کل می‌بیند نهی
  • Allah, rüzgârı gâh bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır.
  • باد را حق گه بهاری می‌کند ** در دیش زین لطف عاری می‌کند
  • Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir.
  • بر گروه عاد صرصر می‌کند ** باز بر هودش معطر می‌کند
  • Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.
  • می‌کند یک باد را زهر سموم ** مر صبا را می‌کند خرم‌قدوم
  • Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi. 135
  • باد دم را بر تو بنهاد او اساس ** تا کنی هر باد را بر وی قیاس
  • Lütuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... Söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir!
  • دم نمی‌گردد سخن بی‌لطف و قهر ** بر گروهی شهد و بر قومیست زهر
  • Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... Fakat sivrisineklerle karasinekleri de kahretmek içindir!
  • مروحه جنبان پی انعام کس ** وز برای قهر هر پشه و مگس
  • Artık Allah takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın?
  • مروحه‌ی تقدیر ربانی چرا ** پر نباشد ز امتحان و ابتلا
  • Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...
  • چونک جزو باد دم یا مروحه ** نیست الا مفسده یا مصلحه
  • Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lütuftan, ihsandan uzak olur? 140
  • این شمال و این صبا و این دبور ** کی بود از لطف و از انعام دور
  • Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... Anla ki ambardakiler de hep böyle.
  • یک کف گندم ز انباری ببین ** فهم کن کان جمله باشد همچنین
  • Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgârı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
  • کل باد از برج باد آسمان ** کی جهد بی مروحه‌ی آن بادران
  • Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Allah’tan rüzgâr istemezler mi?
  • بر سر خرمن به وقت انتقاد ** نه که فلاحان ز حق جویند باد
  • İsterler... Buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
  • تا جدا گردد ز گندم کاهها ** تا به انباری رود یا چاهها
  • Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Allah’a yalvarmaya başladığını görürsün. 145
  • چون بماند دیر آن باد وزان ** جمله را بینی به حق لابه‌کنان
  • Doğum zamanı da böyledir... O doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın.
  • همچنین در طلق آن باد ولاد ** گر نیاید بانگ درد آید که داد
  • Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
  • گر نمی‌دانند کش راننده اوست ** باد را پس کردن زاری چه خوست
  • Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Allah’tan bir uygun yel isterler.
  • اهل کشتی همچنین جویای باد ** جمله خواهانش از آن رب العباد
  • Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Allah’tan o yelin yatışmasını dilersin.
  • همچنین در درد دندانها ز باد ** دفع می‌خواهی بسوز و اعتقاد
  • Askerler de yalvarıp yakarırlar, Allah’tan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua ederler. 150
  • از خدا لابه‌کنان آن جندیان ** که بده باد ظفر ای کامران
  • Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
  • رقعه‌ی تعویذ می‌خواهند نیز ** در شکنجه‌ی طلق زن از هر عزیز
  • Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Allah göndermekte.
  • پس همه دانسته‌اند آن را یقین ** که فرستد باد رب‌العالمین
  • Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır.
  • پس یقین در عقل هر داننده هست ** اینک با جنبنده جنباننده هست
  • Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... Onlara bak da anla!
  • گر تو او را می‌نبینی در نظر ** فهم کن آن را به اظهار اثر
  • Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin. Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla! 155
  • تن به جان جنبد نمی‌بینی تو جان ** لیک از جنبیدن تن جان بدان
  • Âşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi.
  • گفت او گر ابلهم من در ادب ** زیرکم اندر وفا و در طلب
  • Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
  • گفت ادب این بود خود که دیده شد ** آن دگر را خود همی‌دانی تو لد
  • Karısını bir yabancıyla yakalayan sofi
  • قصه‌ی آن صوفی کی زن خود را بیگانه‌ای بگرفت
  • Sofinin biri, bir gün eve geldi... Evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi.
  • صوفیی آمد به سوی خانه روز ** خانه یک در بود و زن با کفش‌دوز
  • Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.
  • جفت گشته با رهی خویش زن ** اندر آن یک حجره از وسواس تن
  • Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp kurtulacak bir yol! 160
  • چون بزد صوفی به جد در چاشتگاه ** هر دو درماندند نه حیلت نه راه
  • Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
  • هیچ معهودش نبد کو آن زمان ** سوی خانه باز گردد از دکان