English    Türkçe    فارسی   

5
650-699

  • Kendini koruyamıyor kötülüklerden çekinemiyorsan sakın, o aleti uzaklaştırır, ihtiyarı bırak. 650
  • چون نباشد حفظ و تقوی زینهار  ** دور کن آلت بینداز اختیار 
  • Benim de cilvelendiğim şey ve ihtiyarım, o kanattır. Onu yoluyorum, çünkü başıma kastetmede.
  • جلوه‌گاه و اختیارم آن پرست  ** بر کنم پر را که در قصد سرست 
  • Sabır sahibi, kendi kanadını yok farz eder, bu suretle kanadı da onu kötü düşüncelere sevk etmez.
  • نیست انگارد پر خود را صبور  ** تا پرش در نفکند در شر و شور 
  • Şu halde ona de ki: Kanadını yolma, onun bir zararı yoktur. Bu çeşit adama ok gelse önüne kalkanını tutar.
  • پس زیانش نیست پر گو بر مکن  ** گر رسد تیری به پیش آرد مجن 
  • Fakat bana bu güzel kanat düşmandır. Çünkü sabredemiyor, cilveleniyorum.
  • لیک بر من پر زیبا دشمنیست  ** چونک از جلوه‌گری صبریم نیست 
  • Eğer çekinme ve korunma bana yol gösterseydi ihtiyar yüzünden debdebem, devletim artardı. 655
  • گر بدی صبر و حفاظم راه‌بر  ** بر فزودی ز اختیارم کر و فر 
  • Ben çocuğa yahut sarhoşa benziyorum, sınanmalara tahammülüm yok. Benim elime kılıç vermek caiz değildir.
  • هم‌چو طفلم یا چو مست اندر فتن  ** نیست لایق تیغ اندر دست من 
  • Eğer aklım olsaydı da beni men etseydi kılıç, elimde bir zafer vasıtası olurdu.
  • گر مرا عقلی بدی و منزجر  ** تیغ اندر دست من بودی ظفر 
  • Güneş gibi nurlar saçan bir akıl lazım ki doğrudan başka bir suretle kılıç vurmasın.
  • عقل باید نورده چون آفتاب  ** تا زند تیغی که نبود جز صواب 
  • Parlak aklım ve iyi bir huyum yok, şu halde silahımı neden kuyuya atmayayım?
  • چون ندارم عقل تابان و صلاح  ** پس چرا در چاه نندازم سلاح 
  • Bu silah, bana düşman olacak. Onun için kılıçla kalkanı kuyuya atıyorum. 660
  • در چه اندازم کنون تیغ و مجن  ** کین سلاح خصم من خواهد شدن 
  • Ne kolumda kuvvet var, ne dayanacağım bir yer. Kılıcımı atmazsam düşmanım elimden alır onunla beni yaralar.
  • چون ندارم زور و یاری و سند  ** تیغم او بستاند و بر من زند 
  • Bu kötü huylu nefis, yüzünü örtmemekte. Ben de onun inadına yüzümü yırtmadayım.
  • رغم این نفس وقیحه‌خوی را  ** که نپوشد رو خراشم روی را 
  • Bu suretle şu yücelik, şu güzellik azalsın da tamamı ile bitince de ben vebale az düşeyim.
  • تا شود کم این جمال و این کمال  ** چون نماند رو کم افتم در وبال 
  • Yüzümü bu niyetle yırttığımdan suçum yok. Çünkü, bu yüzü yaralarla örtmek gerek.
  • چون بدین نیت خراشم بزه نیست  ** که به زخم این روی را پوشیدنیست 
  • Gönlüm, gizlenme huyuna sahip olsaydı yüzüm, günden güne parlar, güzelleşirdi. 665
  • گر دلم خوی ستیری داشتی  ** روی خوبم جز صفا نفراشتی 
  • Kuvvetim kudretim yok, iyiliğe de meyledemiyorum. Bunu gördüm, düşmanımı da gördüm, derhal silahımı kırdım.
  • چون ندیدم زور و فرهنگ و صلاح  ** خصم دیدم زود بشکستم سلاح 
  • Bu suretle de onun bana üstün olmamasına, hançerimin kendime vebal olmamasına gayret etmiş oldum.
  • تا نگردد تیغ من او را کمال  ** تا نگردد خنجرم بر من وبال 
  • Damarım oynadıkça kaçıyorum, çünkü adamın kendisinden kaçması kolaydır.
  • می‌گریزم تا رگم جنبان بود  ** کی فرار از خویشتن آسان بود 
  • Başkasından kaçan, ondan kurtulunca karar eder.
  • آنک از غیری بود او را فرار  ** چون ازو ببرید گیرد او قرار 
  • Halbuki benim düşmanım da benim, benden kaçan da ben. Şu halde işim kıyamete kadar boyuna kaçmaktır. 670
  • من که خصمم هم منم اندر گریز  ** تا ابد کار من آمد خیزخیز 
  • Adama kendi gölgesi düşman olursa ne Hint’te emin olur, ne Huten’de.
  • نه به هندست آمن و نه در ختن  ** آنک خصم اوست سایه‌ی خویشتن 
  • Gündüzün güneşte yok olan yıldızlar gibi Allah varlığında yok olup kendisinden geçenler, hüner ve sanatlariyle şerlerinden emin olmuşlardır. Yok olana tehlike olamaz.
  • در صفت آن بی‌خودان کی از شر خود و هنر خود آمن شده‌اند کی فانی‌اند در بقای حق هم‌چون ستارگان کی فانی‌اند روز در آفتاب و فانی را خوف آفت و خطر نباشد 
  • Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın, Muhammet gibi gölgesi olmaz.
  • چون فناش از فقر پیرایه شود  ** او محمدوار بی‌سایه شود 
  • “Yokluk benim iftiharımdır” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir.
  • فقر فخری را فنا پیرایه شد  ** چون زبانه‌ی شمع او بی‌سایه شد 
  • Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz.
  • شمع جمله شد زبانه پا و سر  ** سایه را نبود بگرد او گذر 
  • Mum kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu,ışığına sığındı. 675
  • موم از خویش و ز سایه در گریخت  ** در شعاع از بهر او کی شمع ریخت 
  • Mumu döken muma der ki: Seni yok olmak için döktüm. O da, ben yokluğa kaçtım diye cevap verir.
  • گفت او بهر فنایت ریختم  ** گفت من هم در فنا بگریختم 
  • Bu var olan ışık, lazım bir ışıktır, geçici ve arızi ışık gibi değil.
  • این شعاع باقی آمد مفترض  ** نه شعاع شمع فانی عرض 
  • Mum ateşte tamamı ile yok oldu mu artık ondan ne bir eser görürsün ne bir ışık!
  • شمع چون در نار شد کلی فنا  ** نه اثر بینی ز شمع و نه ضیا 
  • Suret ateşi karanlığı gidermek için mum suretinde durur.
  • هست اندر دفع ظلمت آشکار  ** آتش صورت به مومی پایدار 
  • Beden mumu şu görünen mumun aksinedir; yok oldukça can nuru artar. 680
  • برخلاف موم شمع جسم کان  ** تا شود کم گردد افزون نور جان 
  • Bu ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi, Allah’ya aittir.
  • این شعاع باقی و آن فانیست  ** شمع جان را شعله‌ی ربانیست 
  • Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge, ondan uzaklaşmıştır.
  • این زبانه‌ی آتشی چون نور بود  ** سایه‌ی فانی شدن زو دور بود 
  • Bulutun gölgesi yere düşer. Fakat gölge, ayla düşüp kalkmaz.
  • ابر را سایه بیفتد در زمین  ** ماه را سایه نباشد همنشین 
  • A bahtı yaver kişi, kendinden geçmek, bulutsuz bir jale gelmektir. Kendinden geçtin mi değirmi aya benzersin.
  • بی‌خودی بی‌ابریست ای نیک‌خواه  ** باشی اندر بی‌خودی چون قرص ماه 
  • Fakat rüzgâr bir bulutu sürüp getirdi mi o vakit Ay'ın nûru gider ve ancak bir hayal kalır. (TM) 685
  • باز چون ابری بیاید رانده  ** رفت نور از مه خیالی مانده 
  • Bulut ardında kalmasından o Ay'ın nûru zayıflar, tam ay halinde iken yeni hilâlden daha zayıf olur. (TM)
  • از حجاب ابر نورش شد ضعیف  ** کم ز ماه نو شد آن بدر شریف 
  • Bulut ve toz yüzünden ay, bir hayal gibi görünür. İşte beden bulutu da bizi hayal düşüncesine sürer.
  • مه خیالی می‌نماید ز ابر و گرد  ** ابر تن ما را خیال‌اندیش کرد 
  • Ayın lutfuna bak ki bu da onun lutfudur, çünkü bize, bulutlar düşmanımızdır demiştir.
  • لطف مه بنگر که این هم لطف اوست  ** که بگفت او ابرها ما را عدوست 
  • Ay, ne buluta aldırış eder, ne toza. O, göğün yücesindedir.
  • مه فراغت دارد از ابر و غبار  ** بر فراز چرخ دارد مه مدار 
  • Bulut bizim canımıza düşmandır. Bulut bizim gözümüzden ayı gizler. 690
  • ابر ما را شد عدو و خصم جان  ** که کند مه را ز چشم ما نهان 
  • Bu perde, huriyi Zâl gibi kuvvetlendirir, dolunayı yeni aydan daha noksan bir hale getirir.
  • حور را این پرده زالی می‌کند  ** بدر را کم از هلالی می‌کند 
  • Ay bizi yücelik kucağına oturtmuş, düşmanımızı kendi düşmanı saymıştır.
  • ماه ما را در کنار عز نشاند  ** دشمن ما را عدوی خویش خواند 
  • Bulutun letafeti ve parlaklığı da yandandır. Fakat buluta ay diyen hayli yol sapıtmıştır.
  • تاب ابر و آب او خود زین مهست  ** هر که مه خواند ابر را بس گمرهست 
  • Ayın nuru buluta vurdu mu onun kara yüzünü ay gibi parlatır.
  • نور مه بر ابر چون منزل شدست  ** روی تاریکش ز مه مبدل شدست 
  • Gerçi ayla aynı renge boyanmıştır. Bu da bir devlettir ama buluttaki o nur, eğretidir. 695
  • گرچه همرنگ مهست و دولتیست  ** اندر ابر آن نور مه عاریتیست 
  • Kıyamette güneş de kalmaz, ay da. Göz ışığın aslı ile meşgul olur.
  • در قیامت شمس و مه معزول شد  ** چشم در اصل ضیا مشغول شد 
  • Bu suretle temelli mülkle eğreti mülk seçilir. Şu fani konak, karar yurdundan ayrılır.
  • تا بداند ملک را از مستعار  ** وین رباط فانی از دارالقرار 
  • Dadı, bir kaç gün içindir. Ey ana sen bizi kucağına al.
  • دایه عاریه بود روزی سه چار  ** مادرا ما را تو گیر اندر کنار 
  • Kanadım buluttur. O, perdedir ve önümdekini göstermez. O yalnız Allah lütfiyle letafet kazanır.
  • پر من ابرست و پرده‌ست و کثیف  ** ز انعکاس لطف حق شد او لطیف