English    Türkçe    فارسی   

1
116-140

  • آفتاب آمد دلیل آفتاب ** گر دلیلت باید از وی رو متاب‌‌
  • Güneşin vücuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.
  • از وی ار سایه نشانی می‌‌دهد ** شمس هر دم نور جانی می‌‌دهد
  • Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.
  • سایه خواب آرد ترا همچون سمر ** چون بر آید شمس انشق القمر
  • Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).
  • خود غریبی در جهان چون شمس نیست ** شمس جان باقیی کش امس نیست‌‌
  • Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
  • شمس در خارج اگر چه هست فرد ** می‌‌توان هم مثل او تصویر کرد 120
  • Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.
  • شمس جان کاو خارج آمد از اثیر ** نبودش در ذهن و در خارج نظیر
  • Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
  • در تصور ذات او را گنج کو ** تا در آید در تصور مثل او
  • Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
  • چون حدیث روی شمس الدین رسید ** شمس چارم آسمان سر در کشید
  • Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
  • واجب آید چون که آمد نام او ** شرح کردن رمزی از انعام او
  • Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.
  • این نفس جان دامنم بر تافته ست ** بوی پیراهان یوسف یافته ست‌‌ 125
  • Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!
  • از برای حق صحبت سالها ** باز گو حالی از آن خوش حالها
  • “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
  • تا زمین و آسمان خندان شود ** عقل و روح و دیده صد چندان شود
  • Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).
  • لا تکلفنی فإنی فی الفنا ** کلت أفهامی فلا أحصی ثنا
  • “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim.
  • کل شی‌‌ء قاله غیر المفیق ** إن تکلف أو تصلف لا یلیق‌‌
  • Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir.
  • من چه گویم یک رگم هشیار نیست ** شرح آن یاری که او را یار نیست‌‌ 130
  • Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!
  • شرح این هجران و این خون جگر ** این زمان بگذار تا وقت دگر
  • Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
  • قال أطعمنی فإنی جائع ** و اعتجل فالوقت سیف قاطع‌‌
  • (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
  • صوفی ابن الوقت باشد ای رفیق ** نیست فردا گفتن از شرط طریق‌‌
  • Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
  • تو مگر خود مرد صوفی نیستی ** هست را از نسیه خیزد نیستی‌‌
  • Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.
  • گفتمش پوشیده خوشتر سر یار ** خود تو در ضمن حکایت گوش دار 135
  • Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!
  • خوشتر آن باشد که سر دلبران ** گفته آید در حدیث دیگران‌‌
  • Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
  • گفت مکشوف و برهنه گوی این ** آشکارا به که پنهان ذکر دین‌‌
  • O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… Gizli anmaktan iyidir.
  • پرده بردار و برهنه گو که من ** می‌‌نخسبم با صنم با پیرهن‌‌
  • Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
  • گفتم ار عریان شود او در عیان ** نی تو مانی نی کنارت نی میان‌‌
  • Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin!
  • آرزو می‌‌خواه لیک اندازه خواه ** بر نتابد کوه را یک برگ کاه‌‌ 140
  • İste ama derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.