English    Türkçe    فارسی   

1
2838-2862

  • باد کشتی را به گردابی فگند ** گفت کشتیبان به آن نحوی بلند
  • Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı:
  • هیچ دانی آشنا کردن بگو ** گفت نی ای خوش جواب خوب رو
  • “ Yüzmeyi bilir misin, söyle!” Nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama”
  • گفت کل عمرت ای نحوی فناست ** ز آن که کشتی غرق این گردابهاست‌‌ 2840
  • Deyince “Nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak.
  • محو می‌‌باید نه نحو اینجا بدان ** گر تو محوی بی‌‌خطر در آب ران‌‌
  • İyi bil burada mahiv bilgisi lâzım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!
  • آب دریا مرده را بر سر نهد ** ور بود زنده ز دریا کی رهد
  • Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak?
  • چون بمردی تو ز اوصاف بشر ** بحر اسرارت نهد بر فرق سر
  • Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor.
  • ای که خلقان را تو خر می‌‌خوانده‌‌ای ** این زمان چون خر بر این یخ مانده‌‌ای‌‌
  • Ey âlim, sen halka eşek diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın.
  • گر تو علامه‌‌ی زمانی در جهان ** نک فنای این جهان بین وین زمان‌‌ 2845
  • İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi.
  • مرد نحوی را از آن در دوختیم ** تا شما را نحو محو آموختیم‌‌
  • Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik.
  • فقه فقه و نحو نحو و صرف صرف ** در کم آمد یابی ای یار شگرف‌‌
  • Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim!
  • آن سبوی آب دانشهای ماست ** و آن خلیفه دجله‌‌ی علم خداست‌‌
  • O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Tanrı bilgisinin Diclesi.
  • ما سبوها پر به دجله می‌‌بریم ** گر نه خر دانیم خود را ما خریم‌‌
  • Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz!
  • باری اعرابی بدان معذور بود ** کو ز دجله بی‌‌خبر بود و ز رود 2850
  • O Arap, bari o hususta ma’zurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı.
  • گر ز دجله با خبر بودی چو ما ** او نبردی آن سبو را جا به جا
  • Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi.
  • بلکه از دجله چو واقف آمدی ** آن سبو را بر سر سنگی زدی‌‌
  • Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.
  • قبول کردن خلیفه هدیه را و عطا فرمودن با کمال بی‌‌نیازی از آن هدیه و از آن سبو
  • Halifenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armağanı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi
  • چون خلیفه دید و احوالش شنید ** آن سبو را پر ز زر کرد و مزید
  • Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsanda bulunup.
  • آن عرب را کرد از فاقه خلاص ** داد بخششها و خلعتهای خاص‌‌
  • Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı.
  • کاین سبو پر زر به دست او دهید ** چون که واگردد سوی دجله‌‌ش برید 2855
  • “Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür.
  • از ره خشک آمده ست و از سفر ** از ره آبش بود نزدیکتر
  • Çöl yolundan buraya gelmiş. Halbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.
  • چون به کشتی درنشست و دجله دید ** سجده می‌‌کرد از حیا و می‌‌خمید
  • Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı.
  • کای عجب لطف این شه وهاب را ** وین عجبتر کو ستد آن آب را
  • “Bu ihsan sahibi cömert padişahın lûtfuna şaştım. Daha ziyade şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı.
  • چون پذیرفت از من آن دریای جود ** آن چنان نقد دغل را زود زود
  • O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.
  • کل عالم را سبو دان ای پسر ** کاو بود از علم و خوبی تا به سر 2860
  • Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.
  • قطره‌‌ای از دجله‌‌ی خوبی اوست ** کان نمی‌‌گنجد ز پری زیر پوست‌‌
  • Fakat bu ilim ve güzellik, fevkâlade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin (zuhuru, zatının muktazası olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Tanrı’nın ) Dicle’sinden bir katradır.
  • گنج مخفی بد ز پری چاک کرد ** خاک را تابان تر از افلاک کرد
  • O, gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti.Toprağı, göklerden daha parlak bir hale getirdi.