English    Türkçe    فارسی   

3
2765-2789

  • چون بشاید سنگتان انباز حق ** چون نشاید عقل و جان همراز حق 2765
  • Zannınızca taştan yapılma putlarınız Allah’a eş oluyor da akılla, can nasıl Allah sırrına sahip olmuyor?
  • پشه‌ی مرده هما را شد شریک ** چون نشاید زنده همراز ملیک
  • Demek ki bir ölü sinek Allah’a eş oluyor sizce… Peki, o halde diri olan insan neden o padişahlar padişahına sırdaş olmasın?
  • یا مگر مرده تراشیده‌ی شماست ** پشه‌ی زنده تراشیده‌ی خداست
  • Yoksa ölü sineğe benzeyen put, sizin tarafınızdan yapıldığı için mi Allah’a eş olmaya lâyık? Diri insan, Allah mahlûku olduğundan mı Allah sırrın mahrem olamıyor?
  • عاشق خویشید و صنعت‌کرد خویش ** دم ماران را سر مارست کیش
  • Siz, kendinize, kendi sanatınıza âşıksınız. Yılanların kuyruklarına lâyık olan elbette yılanbaşıdır.
  • نه در آن دم دولتی و نعمتی ** نه در آن سر راحتی و لذتی
  • Ne o kuyrukta bir devlet, bir nimet vardır, ne o başta bir rahat, bir lezzet!
  • گرد سر گردان بود آن دم مار ** لایق‌اند و درخورند آن هر دو یار 2770
  • Yılanın kuyruğu, başının etrafında dönüp dolaşır, kıvrılıp düzelir. Kuyruk ve baş… O iki dost birbirine tam lâyıktır, tam münasiptir!
  • آنچنان گوید حکیم غزنوی ** در الهی‌نامه گر خوش بشنوی
  • İlahi nâmeyi bir güzelce dinlesen görürsün; Hâkim-i Gaznevî öyle der:
  • کم فضولی کن تو در حکم قدر ** درخور آمد شخص خر با گوش خر
  • Takdirin hükmüne itiraz edip de boş boğazlıkta bulunma. Tavşana tavşankulağı münasiptir.
  • شد مناسب عضوها و ابدانها ** شد مناسب وصفها با جانها
  • Uzuvlarla bedenler tam uygundur… Huylarla canlar, tam birbirine denktir.
  • وصف هر جانی تناسب باشدش ** بی گمان با جان که حق بتراشدش
  • Ruha münasip olan her vasfı, şüphe yok ki tam yerli yerinde, tam uygun olarak halk eden Allah’tır.
  • چون صفت با جان قرین کردست او ** پس مناسب دانش همچون چشم و رو 2775
  • Allah, mademki huyu, cana uygun ve eş olarak yarattı, o halde onu gözle kaş gibi yerinde ve birbirine münasip bil!
  • شد مناسب وصفها در خوب و زشت ** شد مناسب حرفها که حق نبشت
  • Güzeldeki huylar da uygun ve yerinde, çirkindeki huylar da. Allah’ın yazdığı harfler birbirine tam münasip!
  • دیده و دل هست بین اصبعین ** چون قلم در دست کاتب ای حسین
  • Ey Hasancık, yazı yazanın elindeki kalem gibi gözle gönül de Allah’ın iki parmağı arasında!
  • اصبع لطفست و قهر و در میان ** کلک دل با قبض و بسطی زین بنان
  • Gönül kalemi, lütuf ve kahır parmakları arasında gâh sıkıntıya düşer, gâh feraha çıkar.
  • ای قلم بنگر گر اجلالیستی ** که میان اصبعین کیستی
  • Ey kalem, ululuğa lâyıksan kimin parmakları arasındasın, bak da gör!
  • جمله قصد و جنبشت زین اصبعست ** فرق تو بر چار راه مجمعست 2780
  • Senin bütün kastin, bütün hareketin bu parmaklardan meydana geliyor. Başın, dört yol ağzında; kahrın, lütfun, doğru yolla sapıklığın birleştiği yeridir.
  • این حروف حالهات از نسخ اوست ** عزم و فسخت هم ز عزم و فسخ اوست
  • Bu halden hale giriş harflerin, onun yazıp bozmasından meydana gelmekte… bir işe niyetin, yahut bir şeyden vazgeçmen de onun iradesiyle, onun takdiriyle!
  • جز نیاز و جز تضرع راه نیست ** زین تقلب هر قلم آگاه نیست
  • Niyazdan, yalvarıp yakarmadan başka yol yok… bu değişmeyi, bu halden hale girmeyi her kalem bilmez.
  • این قلم داند ولی بر قدر خود ** قدر خود پیدا کند در نیک و بد
  • Bilsen bile kendi miktarınca, kendi haddince bilir… iyi de kendi kadrini izhar eder, kötüde de!
  • آنچ در خرگوش و پیل آویختند ** تا ازل را با حیل آمیختند
  • Sebâlılar, tavşanla fil hikâyesini misal getirmeye kalkıştılar ama ezelî sırrı hilelerle karıştırmaya yeltendiler.
  • بیان آنک هر کس را نرسد مثل آوردن خاصه در کار الهی
  • Herkes, misal getiremez, hele bu misal, Allah işine ait olursa
  • کی رسدتان این مثلها ساختن ** سوی آن درگاه پاک انداختن 2785
  • Bu misalleri düzüp koşmak, o tertemiz tapıya affetmeye kalkışmak sizin haddiniz mi,
  • آن مثل آوردن آن حضرتست ** که بعلم سر و جهر او آیتست
  • Misal getirmek, Allah’ın, bir de onun gizli ve aşikâr bilgisine bir delil olan kişinin hakkıdır.
  • تو چه دانی سر چیزی تا تو کل ** یا به زلفی یا به رخ آری مثل
  • Sen herhangi bir şeyin sırrını ne bilirin? Kafan kel iken saça, yüze ait nasıl misal getirebilirsin?
  • موسیی آن را عصا دید و نبود ** اژدها بد سر او لب می‌گشود
  • Musa bile sopayı, alelâde bir sopa gördü ama değildi ki… o, bir ejderhaydı; sırrı, dudağını açtı da hakikatini söyledi.
  • چون چنان شاهی نداند سر چوب ** تو چه دانی سر این دام و حبوب
  • Öyle bir padişah bile bir sopanın sırrını bilemezse sen, bu tuzakla tanelerin sırrını ne bileceksin?