English    Türkçe    فارسی   

3
3622-3646

  • نه تواند در مصافش زخم خورد ** نه بنفرین تاندش مهجور کرد
  • Fakat ne ben senin düşmanınım diye güneşe karşı koyabilir, ne nefretiyle onu uzaklaştırabilir!
  • آفتابی که بگرداند قفاش ** از برای غصه و قهر خفاش
  • Güneş, yarasanın derdine, kahrına bakıp yüzünü döndürse, gizlense bu,
  • غایت لطف و کمال او بود ** گرنه خفاشش کجا مانع شود
  • Güneşin son derece lütfuna, güneşin en üstün bir kemale sahip bulunuşuna delâlet eder. Yoksa hiç yarasa güneşe mâni olabilir mi?
  • دشمنی گیری بحد خویش گیر ** تا بود ممکن که گردانی اسیر 3625
  • Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle savaş ki onu esir edebilmek mümkün olsun.
  • قطره با قلزم چو استیزه کند ** ابلهست او ریش خود بر می‌کند
  • Karta, denizle nasıl savaşa girişebilir? Girişirse aptaldır, kendi saçını, sakalını yolar.
  • حیلت او از سبالش نگذرد ** چنبره‌ی حجره‌ی قمر چون بر درد
  • Hilesi, saçından sakalından ileri gidemez ki. Nasıl olur da ayın odasındaki perdeyi yırtabilir?
  • با عدو آفتاب این بد عتاب ** ای عدو آفتاب آفتاب
  • Güneşe düşmanlık eden şu azara uğrar: Ey güneşin güneşine düşman olan,
  • ای عدو آفتابی کز فرش ** می‌بلرزد آفتاب و اخترش
  • Sen öyle bir güneşe düşmansın ki onun ışığından güneş de titremektedir, yıldız da!
  • تو عدو او نه‌ای خصم خودی ** چه غم آتش را که تو هیزم شدی 3630
  • Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın. Sen odun olsan ateşe ne gam, o ne yapsın?
  • ای عجب از سوزشت او کم شود ** یا ز درد سوزشت پر غم شود
  • Ne şaşılacak şey… Hiç senin yanışınla onun ışığı, onun harareti azalır mı? Yahut da hiç sen yanıp yakılıyorsun diye gamlanır mı?
  • رحمتش نه رحمت آدم بود ** که مزاج رحم آدم غم بود
  • Onun merhameti, insanın merhametine benzemez. Çünkü insanın acımasında bir dert, bir elem vardır.
  • رحمت مخلوق باشد غصه‌ناک ** رحمت حق از غم و غصه‌ست پاک
  • Mahlûkun acıması elemle karışıktır. Allah’ın rahmetiyle dertten de paktır, elemden de.
  • رحمت بی‌چون چنین دان ای پدر ** ناید اندر وهم از وی جز اثر
  • Babam, Allah rahmetini şöyle bil: O rahmet, vehme bile sığmaz, yalnız eseri görünür.
  • فرق میان دانستن چیزی به مثال و تقلید و میان دانستن ماهیت آن چیز
  • Bir şeyi misal ve taklitle bilmekle o şeyin hakikatini bilmek arasındaki fark
  • ظاهرست آثار و میوه‌ی رحمتش ** لیک کی داند جز او ماهیتش 3635
  • Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim bilebilir?
  • هیچ ماهیات اوصاف کمال ** کس نداند جز بثار و مثال
  • Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler bilemez.
  • طفل ماهیت نداند طمث را ** جز که گویی هست چون حلوا ترا
  • Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki… Helva, yok mu? İşte onun gibi lezzetlidir dersen o başka.
  • کی بود ماهیت ذوق جماع ** مثل ماهیات حلوا ای مطاع
  • Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki lezzet, helvada ki lezzete benzer mi? O nerede, bu nerede?
  • لیک نسبت کرد از روی خوشی ** با تو آن عاقل چو تو کودک‌وشی
  • Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana güzellikle o misali getirdi.
  • تا بداند کودک آن را از مثال ** گر نداند ماهیت یا عین حال 3640
  • Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese bile misalle anlar hiç olmazsa.
  • پس اگر گویی بدانم دور نیست ** ور ندانم گفت کذب و زور نیست
  • Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış olmaz, doğrudur… Fakat bilmiyorum desen sözün yine yalan ve uydurma olmaz.
  • گر کسی گوید که دانی نوح را ** آن رسول حق و نور روح را
  • Birisi “Nuh’u o Allah elçisini, o ruh nurunu biliyor musun?” dese,
  • گر بگویی چون ندانم کان قمر ** هست از خورشید و مه مشهورتر
  • Sen de “Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de meşhurdur, aydan da.
  • کودکان خرد در کتابها ** و آن امامان جمله در محرابها
  • Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında okuyorlar… Hocalar, bütün mihraplarda söylüyorlar.
  • نام او خوانند در قرآن صریح ** قصه‌اش گویند از ماضی فصیح 3645
  • Kuran’da adı açıkça okunuyor. Geçmiş zamanlarda ki macerası fasih bir surette anlatılıyor” desen.
  • راست‌گو دانیش تو از روی وصف ** گرچه ماهیت نشد از نوح کشف
  • Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen de naklediyor, onu övüyorsun.