English    Türkçe    فارسی   

4
19-43

  • شمس را قرآن ضیا خواند ای پدر ** و آن قمر را نور خواند این را نگر
  • Babacığım, Kuran güneşe ziya dedi, aya da nur... hele bak da gör!
  • شمس چون عالی‌تر آمد خود ز ماه ** پس ضیا از نور افزون دان به جاه 20
  • Güneş, aydan daha üstündür ya... Şu halde Ziya’yı da mertebe bakımından nurdan üstün bil!
  • بس کس اندر نور مه منهج ندید ** چون برآمد آفتاب آن شد پدید
  • Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol meydana çıktı, göründü.
  • آفتاب اعواض را کامل نمود ** لاجرم بازارها در روز بود
  • Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar gündüzleri kuruldu.
  • تا که قلب و نقد نیک آید پدید ** تا بود از غبن و از حیله بعید
  • Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırt edilsin, kimse hileye kapılmasın, aldanmasın diye.
  • تا که نورش کامل آمد در زمین ** تاجران را رحمة للعالمین
  • Güneşin nuru yeryüzüne adamakıllı vurdu, alışveriş edenler için âlemlere rahmet kesildi.
  • لیک بر قلاب مبغوضست و سخت ** زانک ازو شد کاسد او را نقد و رخت 25
  • Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir. Onlara pek ağır gelir bu iş... Çünkü güneşin nuru, onların işine kesat verir, kalp akçeleri görünür, fark edilir de geçmez olur?
  • پس عدو جان صرافست قلب ** دشمن درویش کی بود غیر کلب
  • Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır... Yoksula köpekten başkası düşman olur mu?
  • انبیا با دشمنان بر می‌تنند ** پس ملایک رب سلم می‌زنند
  • Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar... Melekler de “Yarabbi, sen koru!” diye dua ederler.
  • کین چراغی را که هست او نور کار ** از پف و دمهای دزدان دور دار
  • Allah’ın pek nurlu olan bu kandili hırsızların üflemesinden, onların nefesinden uzak tut!
  • دزد و قلابست خصم نور بس ** زین دو ای فریادرس فریاد رس
  • Hırsız ve kalpazan, nura düşmandır vesselâm... Ey feryada yetişen Allah, sen feryadımıza yetiş!
  • روشنی بر دفتر چارم بریز ** کفتاب از چرخ چارم کرد خیز 30
  • Hüsameddin, bu dördüncü deftere nurlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, âlemi nurlara gark eder.
  • هین ز چارم نور ده خورشیدوار ** تا بتابد بر بلاد و بر دیار
  • Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nurlar saç da şehirlerle ülkelere parlarsın, her tarafı nura gark etsin!
  • هر کش افسانه بخواند افسانه است ** وآنک دیدش نقد خود مردانه است
  • Bu kitap, masal diyene masaldır... Fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir!
  • آب نیلست و به قبطی خون نمود ** قوم موسی را نه خون بد آب بود
  • Mesnevi, Nil ırmağının suyudur... Kıptiye kan görünür ama Musa kavmine kan değildir, sudur!
  • دشمن این حرف این دم در نظر ** شد ممثل سرنگون اندر سقر
  • Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede... Cehenneme baş aşağı düşmüş!
  • ای ضیاء الحق تو دیدی حال او ** حق نمودت پاسخ افعال او 35
  • Ey Hak Ziyası, sen onun halini gördün... Hak, sana, onun işlerine karşılık verdiği cevabı gösterdi!
  • دیده‌ی غیبت چو غیبست اوستاد ** کم مبادا زین جهان این دید و داد
  • Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu ihsan, şu âlemden eksik olmasın!
  • این حکایت را که نقد وقت ماست ** گر تمامش می‌کنی اینجا رواست
  • Bizim halimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır.
  • ناکسان را ترک کن بهر کسان ** قصه را پایان بر و مخلص رسان
  • Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir, hikâyeye son ver!
  • این حکایت گر نشد آنجا تمام ** چارمین جلدست آرش در نظام
  • Hikâye üçüncü cilt de tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt... Onu, burada düzene koy, tamamla!
  • تمامی حکایت آن عاشق که از عسس گریخت در باغی مجهول خود معشوق را در باغ یافت و عسس را از شادی دعای خیر می‌کرد و می‌گفت کی عسی ان تکرهوا شیا و هو خیر لکم
  • Âşığın, bekçiden kaçıp bilmediği bir bağa girmesi sevgilisini orada bulması ve neşesinden bekçiye hayır duada bulunması, “öyle şeyler oluverir ki siz, onlardan hoşlanmazsınız, hâlbuki sizin için hayırlıdır” ayetini okuması
  • اندر آن بودیم کان شخص از عسس ** راند اندر باغ از خوفی فرس 40
  • O adamın, bekçiden korkup bağa at sürdüğünü anlatıyorduk.
  • بود اندر باغ آن صاحب‌جمال ** کز غمش این در عنا بد هشت سال
  • O adamın âşık olup bu dertle tam sekiz yıl yanıp yakıldığı güzel de meğerse o bağdaymış!
  • سایه‌ی او را نبود امکان دید ** هم‌چو عنقا وصف او را می‌شنید
  • Âşık o sevgilinin gölgesini bile görmeye imkân bulamıyordu. Ancak Zümrüdüanka’yı duyar gibi onun da vasfını işitmekteydi.
  • جز یکی لقیه که اول از قضا ** بر وی افتاد و شد او را دلربا
  • Kazara nasılsa onu, bir kerecik görmüştü, o ilk görüşte ona vurulmuş, ona gönül vermiş gitmişti.