-
گوش نه اوفوا به عهدی گوشدار ** تا که اوفی عهدکم آید ز یار
- “Ahdıma vefa edin” ahdına kulak ver de sevgiliden “Ahdınıza vefa edeyim” vaidi gelsin.
-
عهد و قرض ما چه باشد ای حزین ** همچو دانهی خشک کشتن در زمین
- Ey hüzün sahibi, bizim ahdımız ve borç vermemiz nedir? yere kuru tohum ekmek gibi.
-
نه زمین را زان فروغ و لمتری ** نه خداوند زمین را توانگری 1185
- Ondan ne yere bir parlaklık gelir, ne yer sahibi zenginleşir.
-
جز اشارت که ازین میبایدم ** که تو دادی اصل این را از عدم
- Bu, ancak bunun aslını yokluk aleminden veren sensin, bundan bana lazım diye bir işarette bulunmaktan ibarettir.
-
خوردم و دانه بیاوردم نشان ** که ازین نعمت به سوی ما کشان
- Yedim tohumunu da nişane olarak getirdim. Bu nimetten yine bize ihsan et demektir.
-
پس دعای خشک هل ای نیکبخت ** که فشاند دانه میخواهد درخت
- Şu halde ey bahtlı kişi, kuru duayı bırak. Ağaç isteyen tohum eker.
-
گر نداری دانه ایزد زان دعا ** بخشدت نخلی که نعم ما سعی
- Tohumun yoksa Tanrı, yine o dua yüzünden sana bir fidan bağışlar ki görenler, ne hoş çalışmış da ne güzel fidana sahip olmuş derler.
-
همچو مریم درد بودش دانه نی ** سبز کرد آن نخل را صاحبفنی 1190
- Meryem gibi hani. Derdi vardı da tohumu yoktu. Bu dert yüzünden sanat sahibi Tanrı, o kuru hurma ağacını yeşertti.
-
زانک وافی بود آن خاتون راد ** بیمرادش داد یزدان صد مراد
- Çünkü o ulu, o temiz kadın vefakardı. Tanrı bu yüzden o istemeden onun yüzlerce muradını vefa etti.
-
آن جماعت را که وافی بودهاند ** بر همه اصنافشان افزودهاند
- Vefakar olan topluluk, bu vefayı bütün aleme yaymışlardır.
-
گشت دریاها مسخرشان و کوه ** چار عنصر نیز بندهی آن گروه
- Denizler de onların buyruklarına uymuştur, dağlar da. Dört unsur bile onlara kul, köle kesilmiştir.
-
این خود اکرامیست از بهر نشان ** تا ببینند اهل انکار آن عیان
- Bu, inkar edenler, apaçık görsünler de inansınlar diye onlara bir Tanrı ikramıdır.
-
آن کرامتهای پنهانشان که آن ** در نیاید در حواس و در بیان 1195
- Onlar, öyle gizli ikram ve ihsanlara nail olmuşlardır ki, ne akla, hayale gelir, ne de söze sığar.
-
کار آن دارد خود آن باشد ابد ** دایما نه منقطع نه مسترد
- Zaten iş, ebedi olan, kesilmeyen, tükenmesine imkan bulunmayan ikram ve ihsandır.
-
ای دهندهی قوت و تمکین و ثبات ** خلق را زین بیثباتی ده نجات
- Ey gıda, temkin ve sebat ihsan eden Tanrı, halkı bu sebatsızlıktan kurtar.
-
اندر آن کاری که ثابت بودنیست ** قایمی ده نفس را که منثنیست
- Sabit olmak lazım olan iş de bu iki büklüm olmuş nefse yardım et, onu doğrult.
-
صبرشان بخش و کفهی میزان گران ** وا رهانشان از فن صورتگران
- Sen onlara sabır ver, sen onların terazilerinin iyilik kefelerini ağırlaştır, sen onları suret düzenlerinin hilesinden kurtar.
-
وز حسودی بازشان خر ای کریم ** تا نباشند از حسد دیو رجیم 1200
- Ey kerem sahibi, sen onları hasetten geri çek de haset yüzünden taşlanmış Şeytan olmasınlar.
-
در نعیم فانی مال و جسد ** چون همیسوزند عامه از حسد
- Halk geçici mal ve beden uğruna hasetten yanıp duruyor.
-
پادشاهان بین که لشکر میکشند ** از حسد خویشان خود را میکشند
- Padişahlara baksana. Haset yüzünden ordu çekip akrabalarını öldürüyorlar.
-
عاشقان لعبتان پر قذر ** کرده قصد خون و جان همدگر
- Pislikle dolu düzenbaz aşılar, birbirlerinin kanına, canına kastediyorlar.
-
ویس و رامین خسرو و شیرین بخوان ** که چه کردند از حسد آن ابلهان
- Vise’nin, Ramin’in, Husrev’in, Şirin’in hikayelerini oku, o ahmakların haset yüzünden neler yaptıklarını gör.
-
که فنا شد عاشق و معشوق نیز ** هم نه چیزند و هواشان هم نه چیز 1205
- Aşık da yok oldu, maşuk da. Zaten onlar da bir şey değillerdi, aşk ve hevesleri de.
-
پاک الهی که عدم بر هم زند ** مر عدم را بر عدم عاشق کند
- O temiz Tanrı’dır ki yoku yoka aşık eder, yoklukları birbirine vurur, işler çıkarır.
-
در دل نهدل حسدها سر کند ** نیست را هست این چنین مضطر کند
- Gönlü perişan aşığın gönlünde hasetler baş gösterir. Var olan, yoku bu çeşit güçlüklere sokar, böyle mecbur eder.