-
گاو آوردش سعادت عاقبت ** عهد داود لدنی معدلت
- Nihayet Allah adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı.
-
این متیم نیز زاریها نمود ** هم ز میدان اجابت گو ربود
- Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi.
-
گاه بدظن میشدی اندر دعا ** از پی تاخیر پاداش و جزا
- Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor,
-
باز ارجاء خداوند کریم ** در دلش بشار گشتی و زعیم 1845
- Derken yine Allah’nın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.
-
چون شدی نومید در جهد از کلال ** از جناب حق شنیدی که تعال
- Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Allah tapısında gel sesini duyuyordu.
-
خافضست و رافعست این کردگار ** بی ازین دو بر نیاید هیچ کار
- Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
-
خفض ارضی بین و رفع آسمان ** بی ازین دو نیست دورانش ای فلان
- Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu ikisinden hâli değildir.
-
خفض و رفع این زمین نوعی دگر ** نیم سالی شوره نیمی سبز و تر
- Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.
-
خفض و رفع روزگار با کرب ** نوع دیگر نیم روز و نیم شب 1850
- Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece.
-
خفض و رفع این مزاج ممترج ** گاه صحت گاه رنجوری مضج
- Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
-
همچنین دان جمله احوال جهان ** قحط و جدب و صلح و جنگ از افتتان
- Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir.
-
این جهان با این دو پر اندر هواست ** زین دو جانها موطن خوف و رجاست
- Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
-
تا جهان لرزان بود مانند برگ ** در شمال و در سموم بعث و مرگ
- Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur.
-
تا خم یکرنگی عیسی ما ** بشکند نرخ خم صدرنگ را 1855
- Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar.
-
کان جهان همچون نمکسار آمدست ** هر چه آنجا رفت بیتلوین شدست
- Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
-
خاک را بین خلق رنگارنگ را ** میکند یک رنگ اندر گورها
- Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada.
-
این نمکسار جسوم ظاهرست ** خود نمکسار معانی دیگرست
- Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
-
آن نمکسار معانی معنویست ** از ازل آن تا ابد اندر نویست
- O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.
-
این نوی را کهنگی ضدش بود ** آن نوی بی ضد و بی ند و عدد 1860
- Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz.
-
آنچنان که از صقل نور مصطفی ** صد هزاران نوع ظلمت شد ضیا
- Nitekim Mustafa’nın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.
-
از جهود و مشرک و ترسا و مغ ** جملگی یکرنگ شد زان الپ الغ
- O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allah’ya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
-
صد هزاران سایه کوتاه و دراز ** شد یکی در نور آن خورشید راز
- Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular.
-
نه درازی ماند نه کوته نه پهن ** گونه گونه سایه در خورشید رهن
- Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.
-
لیک یکرنگی که اندر محشرست ** بر بد و بر نیک کشف و ظاهرست 1865
- Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.
-
که معانی آن جهان صورت شود ** نقشهامان در خور خصلت شود
- O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur.