English    Türkçe    فارسی   

6
2748-2772

  • چونک کردندی سرش سوی یمن  ** پیل نر صد اسپه گشتی گام‌زن 
  • Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı.
  • حس پیل از زخم غیب آگاه بود  ** چون بود حس ولی با ورود 
  • Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Tanrı’dan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur?
  • نه که یعقوب نبی آن پاک‌خو  ** بهر یوسف با همه اخوان او  2750
  • O güzel huylu Yakup peygamber de, kardeşleri, Yusuf için
  • از پدر چون خواستندش دادران  ** تا برندش سوی صحرا یک زمان 
  • Babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti.
  • جمله گفتندش میندیش از ضرر  ** یک دو روزش مهلتی ده ای پدر 
  • Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba.
  • که چرا ما را نمی داری امین ** یوسف خود را به سیران و ظعین
  • تا به هم در مرجها بازی کنیم  ** ما درین دعوت امین و محسنیم 
  • Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.
  • گفت این دانم که نقلش از برم  ** می‌فروزد در دلم درد و سقم  2755
  • Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor.
  • این دلم هرگز نمی‌گوید دروغ  ** که ز نور عرش دارد دل فروغ 
  • Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi.
  • آن دلیل قاطعی بد بر فساد  ** وز قضا آن را نکرد او اعتداد 
  • Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna katî bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu.
  • در گذشت از وی نشانی آن‌چنان  ** که قضا در فلسفه بود آن زمان 
  • Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi.
  • این عجب نبود که کور افتد به چاه  ** بوالعجب افتادن بینای راه 
  • Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte.
  • این قضا را گونه گون تصریفهاست  ** چشم‌بندش یفعل‌الله ما یشاست  2760
  • Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar.
  • هم بداند هم نداند دل فنش  ** موم گردد بهر آن مهر آهنش 
  • Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.
  • گوییی دل گویدی که میل او  ** چون درین شد هرچه افتد باش گو 
  • Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım?
  • خویش را زین هم مغفل می‌کند  ** در عقالش جان معقل می‌کند 
  • Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı.
  • گر شود مات اندرین آن بوالعلا  ** آن نباشد مات باشد ابتلا 
  • O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı kazasına uğramadır.
  • یک بلا از صد بلااش وا خرد  ** یک هبوطش بر معارجها برد  2765
  • Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır.
  • خام شوخی که رهانیدش مدام  ** از خمار صد هزاران زشت خام 
  • Hani ham bir şuh, bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı.
  • عاقبت او پخته و استاد شد  ** جست از رق جهان و آزاد شد 
  • Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.
  • از شراب لایزالی گشت مست  ** شد ممیز از خلایق باز رست 
  • Zevali olmayan Tanrı şarabını içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu.
  • ز اعتقاد سست پر تقلیدشان  ** وز خیال دیده‌ی بی‌دیدشان 
  • Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halâs oldu.
  • ای عجب چه فن زند ادراکشان  ** پیش جزر و مد بحر بی‌نشان  2770
  • Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki?
  • زان بیابان این عمارت‌ها رسید  ** ملک و شاهی و وزارتها رسید 
  • Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi.
  • زان بیابان عدم مشتاق شوق  ** می‌رسند اندر شهادت جوق جوق 
  • Yokluk çölünden bu görünen âleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada.