-
چونک کردندی سرش سوی یمن ** پیل نر صد اسپه گشتی گامزن
- Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı.
-
حس پیل از زخم غیب آگاه بود ** چون بود حس ولی با ورود
- Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Tanrı’dan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur?
-
نه که یعقوب نبی آن پاکخو ** بهر یوسف با همه اخوان او 2750
- O güzel huylu Yakup peygamber de, kardeşleri, Yusuf için
-
از پدر چون خواستندش دادران ** تا برندش سوی صحرا یک زمان
- Babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti.
-
جمله گفتندش میندیش از ضرر ** یک دو روزش مهلتی ده ای پدر
- Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba.
-
که چرا ما را نمی داری امین ** یوسف خود را به سیران و ظعین
-
تا به هم در مرجها بازی کنیم ** ما درین دعوت امین و محسنیم
- Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.
-
گفت این دانم که نقلش از برم ** میفروزد در دلم درد و سقم 2755
- Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor.
-
این دلم هرگز نمیگوید دروغ ** که ز نور عرش دارد دل فروغ
- Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi.
-
آن دلیل قاطعی بد بر فساد ** وز قضا آن را نکرد او اعتداد
- Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna katî bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu.
-
در گذشت از وی نشانی آنچنان ** که قضا در فلسفه بود آن زمان
- Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi.
-
این عجب نبود که کور افتد به چاه ** بوالعجب افتادن بینای راه
- Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte.
-
این قضا را گونه گون تصریفهاست ** چشمبندش یفعلالله ما یشاست 2760
- Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar.
-
هم بداند هم نداند دل فنش ** موم گردد بهر آن مهر آهنش
- Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.
-
گوییی دل گویدی که میل او ** چون درین شد هرچه افتد باش گو
- Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım?
-
خویش را زین هم مغفل میکند ** در عقالش جان معقل میکند
- Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı.
-
گر شود مات اندرین آن بوالعلا ** آن نباشد مات باشد ابتلا
- O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı kazasına uğramadır.
-
یک بلا از صد بلااش وا خرد ** یک هبوطش بر معارجها برد 2765
- Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır.
-
خام شوخی که رهانیدش مدام ** از خمار صد هزاران زشت خام
- Hani ham bir şuh, bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı.
-
عاقبت او پخته و استاد شد ** جست از رق جهان و آزاد شد
- Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.
-
از شراب لایزالی گشت مست ** شد ممیز از خلایق باز رست
- Zevali olmayan Tanrı şarabını içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu.
-
ز اعتقاد سست پر تقلیدشان ** وز خیال دیدهی بیدیدشان
- Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halâs oldu.
-
ای عجب چه فن زند ادراکشان ** پیش جزر و مد بحر بینشان 2770
- Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki?
-
زان بیابان این عمارتها رسید ** ملک و شاهی و وزارتها رسید
- Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi.
-
زان بیابان عدم مشتاق شوق ** میرسند اندر شهادت جوق جوق
- Yokluk çölünden bu görünen âleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada.