-
همچنان مرد مجاهد نان دهد ** چون برو زد نور طاعت جان دهد
- Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
-
پس زنی گفتش ز چشم عبهری ** که ز دستت رفت حسرت میخوری
- Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
-
گفت حسرت میخورم که صد هزار ** دیده بودی تا همیکردم نثار
- Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
-
روزن چشمم ز مه ویران شدست ** لیک مه چون گنج در ویران نشست
- Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.
-
کی گذارد گنج کین ویرانهام ** یاد آرد از رواق و خانهام 3090
- Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı?
-
نور روی یوسفی وقت عبور ** میفتادی در شباک هر قصور
- Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
-
پس بگفتندی درون خانه در ** یوسفست این سو به سیران و گذر
- Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi.
-
زانک بر دیوار دیدندی شعاع ** فهم کردندی پس اصحاب بقاع
- Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
-
خانهای را کش دریچهست آن طرف ** دارد از سیران آن یوسف شرف
- O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.
-
هین دریچه سوی یوسف باز کن ** وز شکافش فرجهای آغاز کن 3095
- Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!
-
عشقورزی آن دریچه کردنست ** کز جمال دوست سینه روشنست
- Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
-
پس هماره روی معشوقه نگر ** این به دست تست بشنو ای پدر
- Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
-
راه کن در اندرونها خویش را ** دور کن ادراک غیراندیش را
- Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
-
کیمیا داری دوای پوست کن ** دشمنان را زین صناعت دوست کن
- Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!
-
چون شدی زیبا بدان زیبا رسی ** که رهاند روح را از بیکسی 3100
- Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır.
-
پرورش مر باغ جانها را نمش ** زنده کرده مردهی غم را دمش
- Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
-
نه همه ملک جهان دون دهد ** صد هزاران ملک گوناگون دهد
- Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
-
بر سر ملک جمالش داد حق ** ملکت تعبیر بیدرس و سبق
- Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
-
ملکت حسنش سوی زندان کشید ** ملکت علمش سوی کیوان کشید
- Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
-
شه غلام او شد از علم و هنر ** ملک علم از ملک حسن استودهتر 3105
- Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi.
-
رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز
- Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
-
آن غریب ممتحن از بیم وام ** در ره آمد سوی آن دارالسلام
- O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
-
شد سوی تبریز و کوی گلستان ** خفته اومیدش فراز گل ستان
- Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
-
زد ز دارالملک تبریز سنی ** بر امیدش روشنی بر روشنی
- Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
-
جانش خندان شد از آن روضهی رجال ** از نسیم یوسف و مصر وصال
- O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
-
گفت یا حادی انخ لی ناقتی ** جاء اسعادی و طارت فاقتی 3110
- Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti.