English    Türkçe    فارسی   

6
4387-4411

  • گر نگوییم آن نیاید راست نرد  ** ور بگوییم آن دلت آید به درد 
  • Söylemesek oyun, düzgün gelmeyecek. Söylesek gönlün dertlenecek.
  • هم‌چو چغزیم اندر آب از گفت الم  ** وز خموشی اختناقست و سقم 
  • Söyleme yüzünden sudaki kurbağa gibi elemlere düştük. Susma yüzünden de dertleniyor, âdeta boğuluyoruz.
  • گر نگوییم آتشی را نور نیست  ** ور بگوییم آن سخن دستور نیست 
  • Söylemesek barışın, düzenin nuru yok bizce. Söylesek sözümüze uymayacaksın.
  • در زمان برجست کای خویشان وداع  ** انما الدنیا و ما فیها متاع  4390
  • Onlar, böyle söyleyip dururken ağabeyleri birden yerinden sıçradı; kardeşler dedi, elveda. Dünya da değersiz bir şey, dünyadaki şeyler de.
  • پس برون جست او چو تیری از کمان  ** که مجال گفت کم بود آن زمان 
  • Yaydan ok fırlar gibi sıçradı. O anda söz söylemeye mecal yoktu zaten.
  • اندر آمد مست پیش شاه چین  ** زود مستانه ببوسید او زمین 
  • Sarhoş bir halde Çin padişahının huzuruna geldi. Sarhoşçasına derhal yeri öptü.
  • شاه را مکشوف یک یک حالشان  ** اول و آخر غم و زلزالشان 
  • Zaten onların derdi ve titreyişi, önceden de bir bir padişaha malûmdu, sonradan da.
  • میش مشغولست در مرعای خویش  ** لیک چوپان واقفست از حال میش 
  • Koyun, otlakta otlamakla oyalanır ama çoban, koyunun halini bilir.
  • کلکم راع بداند از رمه  ** کی علف‌خوارست و کی در ملحمه  4395
  • "Hepiniz çobansınız ve size tâbi olanlardan mesulsünüz" diyen, sürünün halini bilir. Ot mu otluyor, yoksa bir savaşa mı düştü? Bundan haberdardır.
  • گرچه در صورت از آن صف دور بود  ** لیک چون دف در میان سور بود 
  • Görünüşte sürüden uzaktadır ama tef gibi düğünün içindedir.
  • واقف از سوز و لهیب آن وفود  ** مصلحت آن بد که خشک آورده بود 
  • Onların yanışından, alevinden haberdardır. Yalnız öylece durması lâzımdır da onun için aldırmaz gibi görünür.
  • در میان جانشان بود آن سمی  ** لک قاصد کرده خود را اعجمی 
  • O yüce padişah da onların içindeydi âdeta. Fakat mahsustan kendisini bilmiyor göstermekteydi.
  • صورت آتش بود پایان دیگ  ** معنی آتش بود در جان دیگ 
  • Tencerenin sonu, ateşin görünüşüne bağlıdır. Fakat ateşin mânası, hakikati, tesiri, tencerenin canındadır.
  • صورتش بیرون و معنیش اندرون  ** معنی معشوق جان در رگ چو خون  4400
  • Sureti dışardadır, mânası içerde. Candan sevilen sevgilinin hakikati, kan gibi damarların içindedir.
  • شاه‌زاده پیش شه زانو زده  ** ده معرف شارح حالش شده 
  • Şehzade, padişahın huzurunda diz çöktü. On tane muarrif, onun halini anlatmaya koyuldu.
  • گرچه شه عارف بد از کل پیش پیش  ** لیک می‌کردی معرف کار خویش 
  • Padişah, önceden onu, geçirdiği ahvali tamamiyle biliyordu ama muarrif de kendisine verilen vazifeyi yapmaktaydı.
  • در درون یک ذره نور عارفی  ** به بود از صد معرف ای صفی 
  • Ey temiz adam, gönlündeki bir zerre irfan nuru, yüzlerce muarriften iyidir.
  • گوش را رهن معرف داشتن  ** آیت محجوبیست و حزر و ظن 
  • Kulağını muarrife vermek, perde ardında olmaya, vehme, zanna düşmeye delildir.
  • آنک او را چشم دل شد دیدبان  ** دید خواهد چشم او عین العیان  4405
  • Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür.
  • با تواتر نیست قانع جان او  ** بل ز چشم دل رسد ایقان او 
  • Canı, halkın tevatürüyle kanaat etmez, inancı, gönül gözünden meydana gelir.
  • پس معرف پیش شاه منتجب  ** در بیان حال او بگشود لب 
  • Hâsılı muarrif, o seçilmiş padişahın huzurunda onun ahvalini anlatmak için ağzını açtı.
  • گفت شاها صید احسان توست  ** پادشاهی کن که بی بیرون شوست 
  • Dedi ki: Padişahım, bu, senin ihsanına avlanmış; dışarıya atılmaya lâyık değil. Padişahlıkta bulun.
  • دست در فتراک این دولت زدست  ** بر سر سرمست او بر مال دست 
  • Elini, bu devletin terkisine atmış. Onun sarhoş başını elinle okşa.
  • گفت شه هر منصبی و ملکتی  ** که التماسش هست یابد این فتی  4410
  • Padişah dedi ki: 8u delikanlı, ne mevki isterse, hangi ülkeyi dilerse vereceğim.
  • بیست چندان ملک کو شد زان بری  ** بخشمش اینجا و ما خود بر سری 
  • Terkettiği malın, mülkün yirmi katını, fazlasıyla ona bağışlayacağım.