- O, pervasızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.
- آن که میدرید جامهی خلق چست ** شد دریده آن او ایشان درست
- Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzının çarpık kalması
- کج ماندن دهان آن مرد که نام محمد را علیه السلام به تسخر خواند
- Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.
- آن دهان کژ کرد و از تسخر بخواند ** مر محمد را دهانش کژ بماند
- Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, Minledün ilminden lütuflara mahzarsın.
- باز آمد کای محمد عفو کن ** ای ترا الطاف و علم من لدن
- Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeğe lâyık ben oldum” dedi.
- من ترا افسوس میکردم ز جهل ** من بدم افسوس را منسوب و اهل
- Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ta’netmeye meylettirir. 815
- چون خدا خواهد که پردهی کس درد ** میلش اندر طعنهی پاکان برد
- Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.
- چون خدا خواهد که پوشد عیب کس ** کم زند در عیب معیوبان نفس
- Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve münacatta bulunmak meylini verir.
- چون خدا خواهد کهمان یاری کند ** میل ما را جانب زاری کند
- Onun için ağlayan göz ne mübarektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.
- ای خنک چشمی که آن گریان اوست ** وی همایون دل که آن بریان اوست
- Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübarek bir kuldur.
- آخر هر گریه آخر خندهای است ** مرد آخر بین مبارک بندهای است
- Akarsu neredeyse orası yeşerir; nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur. 820
- هر کجا آب روان سبزه بود ** هر کجا اشک روان رحمت شود
- İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.
- باش چون دولاب نالان چشم تر ** تا ز صحن جانت بر روید خضر
- Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nail olmak istersen zayıflara merhamet et!
- اشک خواهی رحم کن بر اشک بار ** رحم خواهی بر ضعیفان رحم آر
- O Yahudi padişahının ateşe itap eylemesi
- عتاب کردن آتش را آن پادشاه جهود
- Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede?
- رو به آتش کرد شه کای تند خو ** آن جهان سوز طبیعی خوت کو
- Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassan? Yoksa bizim talihimizden niyetin mi değişti?
- چون نمیسوزی چه شد خاصیتت ** یا ز بخت ما دگر شد نیتت
- Sen ateşe tapana bile lütfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu? 825
- مینبخشایی تو بر آتش پرست ** آن که نپرستد ترا او چون برست
- Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebep ne, kadir mi değilsin?
- هرگز ای آتش تو صابر نیستی ** چون نسوزی چیست قادر نیستی
- Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?
- چشم بند است این عجب یا هوش بند ** چون نسوزاند چنین شعلهی بلند
- Seni birisi büyüledi mi, yoksa bu simya mı? Yahut tabiatının değişmesi bizim talihimizden mi?
- جادویی کردت کسی یا سیمیاست ** یا خلاف طبع تو از بخت ماست
- Ateş dedi ki: “Ey Şaman! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim hararetimi gör!
- گفت آتش من همانم ای شمن ** اندر آ تو تا ببینی تاب من
- Benim tabiatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim. 830
- طبع من دیگر نگشت و عنصرم ** تیغ حقم هم به دستوری برم
- Türkmen’in köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,
- بر در خرگه سگان ترکمان ** چاپلوسی کرده پیش میهمان
- Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden aslancasına hamleler görür.
- ور به خرگه بگذرد بیگانه رو ** حمله بیند از سگان شیرانه او
- Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türk’ten aşağı kalmaz.
- من ز سگ کم نیستم در بندگی ** کم ز ترکی نیست حق در زندگی
- Tabiat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.
- آتش طبعت اگر غمگین کند ** سوزش از امر ملیک دین کند
- Tabiat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir. 835
- آتش طبعت اگر شادی دهد ** اندر او شادی ملیک دین نهد
- Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emriyle tesir eder.
- چون که غم بینی تو استغفار کن ** غم به امر خالق آمد کار کن
- Tanrı isterse bizzat gam, neşe… Bizzat ayak bağı, azatlık ve hürriyet olur.
- چون بخواهد عین غم شادی شود ** عین بند پای، آزادی شود
- Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.
- باد و خاک و آب و آتش بندهاند ** با من و تو مرده با حق زندهاند
- Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, âşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.
- پیش حق آتش همیشه در قیام ** همچو عاشق روز و شب پیچان مدام
- Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım (senin çakmağı çakmanla değil), Tanrı fermanıyla dışarıya ayak basar. 840
- سنگ بر آهن زنی بیرون جهد ** هم به امر حق قدم بیرون نهد
- Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi çocuk meydana getirirler.
- آهن و سنگ ستم بر هم مزن ** کاین دو میزایند همچون مرد و زن
- Taş ve demir, sebepten ibarettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!
- سنگ و آهن خود سبب آمد و لیک ** تو به بالاتر نگر ای مرد نیک
- Çünkü bu sebebi o sebep olmaksızın zuhura getirmiştir. Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?
- کاین سبب را آن سبب آورد پیش ** بیسبب کی شد سبب هرگز ز خویش
- Enbiyaya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.
- و آن سببها کانبیا را رهبر است ** آن سببها زین سببها برتر است
- Bu sebebi müessir bir hale getiren o sebeptir. Bazen da olur ki semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır. 845
- این سبب را آن سبب عامل کند ** باز گاهی بیبر و عاطل کند
- Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de enbiyadır.
- این سبب را محرم آمد عقلها ** و آن سببها راست محرم انبیا
- Arapça olan bu sebep ne demektir? Cevab ver ki resendir, iptir. O ip, bir kuyuya fen ile sarkıtılmıştır (T.M. 844)
- این سبب چه بود به تازی گو رسن ** اندر این چه این رسن آمد به فن
- Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koy verilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.
- گردش چرخه رسن را علت است ** چرخه گردان را ندیدن زلت است
- Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme,
- این رسنهای سببها در جهان ** هان و هان زین چرخ سر گردان مدان
- Ki felek gibi bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın! 850
- تا نمانی صفر و سر گردان چو چرخ ** تا نسوزی تو ز بیمغزی چو مرخ
- Rüzgâr Hal’kın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.
- باد آتش میخورد از امر حق ** هر دو سر مست آمدند از خمر حق
- Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün.
- آب حلم و آتش خشم ای پسر ** هم ز حق بینی چو بگشایی بصر
- Rüzgârın canı Hakk’a vâkıf olmasaydı, Âd kavmini(müminlerden) nasıl ayırt ederdi?
- گر نبودی واقف از حق جان باد ** فرق کی کردی میان قوم عاد
- Hûd Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi
- قصهی باد که در عهد هود علیه السلام قوم عاد را هلاک کرد
- Hûd, müminlerin bulundukları yerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir halde esiyordu.
- هود گرد مومنان خطی کشید ** نرم میشد باد کانجا میرسید
- Çizgiden dışarıda olanların hepsini, havada parça parça ediyordu. 855
- هر که بیرون بود ز آن خط جمله را ** پاره پاره میگسست اندر هوا
- Şeybân-ı Râî de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.
- همچنین شیبان راعی میکشید ** گرد بر گرد رمه خطی پدید
- Cuma günü, namaz vakti Cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.
- چون به جمعه میشد او وقت نماز ** تا نیارد گرگ آن جا ترک تاز
- Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.
- هیچ گرگی در نرفتی اندر آن ** گوسفندی هم نگشتی ز آن نشان
- Tanrı erinin dairesi, kurdun hırs yeline de set ve mânia olmuştu, koyunun hırs yeline de.
- باد حرص گرگ و حرص گوسفند ** دایرهی مرد خدا را بود بند
- Böylece ecel rüzgârı da ariflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoştur. 860
- همچنین باد اجل با عارفان ** نرم و خوش همچون نسیم یوسفان