- Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.
- هر حس خود را درین جستن بجد ** هر طرف رانید شکل مستعد
- Allah, “Allah lütfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.
- گفت از روح خدا لا تیاسوا ** همچو گم کرده پسر رو سو بسو
- Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın! 985
- از ره حس دهان پرسان شوید ** گوش را بر چار راه آن نهید
- Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
- هر کجا بوی خوش آید بو برید ** سوی آن سر کاشنای آن سرید
- Nerede bir kişiden lütuf görürsen o adama mukayyet ol… Belki o lütfun aslına yol bulursun, olur ya!
- هر کجا لطفی ببینی از کسی ** سوی اصل لطف ره یابی عسی
- Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.
- این همه خوشها ز دریاییست ژرف ** جزو را بگذار و بر کل دار طرف
- Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.
- جنگهای خلق بهر خوبیست ** برگ بی برگی نشان طوبیست
- Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır. 990
- خشمهای خلق بهر آشتیست ** دام راحت دایما بیراحتیست
- Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
- هر زدن بهر نوازش را بود ** هر گله از شکر آگه میکند
- Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al… Ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
- بوی بر از جزو تا کل ای کریم ** بوی بر از ضد تا ضد ای حکیم
- Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
- جنگها می آشتی آرد درست ** مار گیر از بهر یاری مار جست
- İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.
- بهر یاری مار جوید آدمی ** غم خورد بهر حریف بیغمی
- O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı. 995
- او همیجستی یکی ماری شگرف ** گرد کوهستان و در ایام برف
- Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
- اژدهایی مرده دید آنجا عظیم ** که دلش از شکل او شد پر ز بیم
- Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
- مارگیر اندر زمستان شدید ** مار میجست اژدهایی مرده دید
- Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
- مارگیر از بهر حیرانی خلق ** مار گیرد اینت نادانی خلق
- İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?
- آدمی کوهیست چون مفتون شود ** کوه اندر مار حیران چون شود
- Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi. 1000
- خویشتن نشناخت مسکین آدمی ** از فزونی آمد و شد در کمی
- İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
- خویشتن را آدمی ارزان فروخت ** بود اطلس خویش بر دلقی بدوخت
- Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o, niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
- صد هزاران مار و که حیران اوست ** او چرا حیران شدست و ماردوست
- Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
- مارگیر آن اژدها را بر گرفت ** سوی بغداد آمد از بهر شگفت
- Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.
- اژدهایی چون ستون خانهای ** میکشیدش از پی دانگانهای
- “Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu. 1005
- کاژدهای مردهای آوردهام ** در شکارش من جگرها خوردهام
- O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
- او همی مرده گمان بردش ولیک ** زنده بود و او ندیدش نیک نیک
- Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
- او ز سرماها و برف افسرده بود ** زنده بود و شکل مرده مینمود
- Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
- عالم افسردست و نام او جماد ** جامد افسرده بود ای اوستاد
- Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.
- باش تا خورشید حشر آید عیان ** تا ببینی جنبش جسم جهان
- Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et. 1010
- چون عصای موسی اینجا مار شد ** عقل را از ساکنان اخبار شد
- Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
- پارهی خاک ترا چون مرد ساخت ** خاکها را جملگی شاید شناخت
- Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
- مرده زین سو اند و زان سو زندهاند ** خامش اینجا و آن طرف گویندهاند
- Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
- چون از آن سوشان فرستد سوی ما ** آن عصا گردد سوی ما اژدها
- Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilahi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.
- کوهها هم لحن داودی کند ** جوهر آهن بکف مومی بود
- Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur. 1015
- باد حمال سلیمانی شود ** بحر با موسی سخندانی شود
- Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, İbrahim’e ağustos gülü olur…
- ماه با احمد اشارتبین شود ** نار ابراهیم را نسرین شود
- Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
- خاک قارون را چو ماری در کشد ** استن حنانه آید در رشد
- Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
- سنگ بر احمد سلامی میکند ** کوه یحیی را پیامی میکند
- Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.
- ما سمعیعیم و بصیریم و خوشیم ** با شما نامحرمان ما خامشیم
- Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki? 1020
- چون شما سوی جمادی میروید ** محرم جان جمادان چون شوید
- Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
- از جمادی عالم جانها روید ** غلغل اجزای عالم بشنوید
- O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
- فاش تسبیح جمادات آیدت ** وسوسهی تاویلها نربایدت
- Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
- چون ندارد جان تو قندیلها ** بهر بینش کردهای تاویلها
- “Tespihten maksat, nasıl olur da zahirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.
- که غرض تسبیح ظاهر کی بود ** دعوی دیدن خیال غی بود
- Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Allah’ı tespih eder. 1025
- بلک مر بیننده را دیدار آن ** وقت عبرت میکند تسبیحخوان
- Sana Allah’ı tespih etmeyi hatırlıyor ya… İşte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
- پس چو از تسبیح یادت میدهد ** آن دلالت همچو گفتن میبود
- İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
- این بود تاویل اهل اعتزال ** و آن آنکس کو ندارد نور حال
- İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
- چون ز حس بیرون نیامد آدمی ** باشد از تصویر غیبی اعجمی
- Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,
- این سخن پایان ندارد مارگیر ** میکشید آن مار را با صد زحیر
- Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için, 1030
- تا به بغداد آمد آن هنگامهجو ** تا نهد هنگامهای بر چارسو
- Yılanı Şat kıyısına koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
- بر لب شط مرد هنگامه نهاد ** غلغله در شهر بغداد اوفتاد
- “Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
- مارگیری اژدها آورده است ** بوالعجب نادر شکاری کرده است