English    Türkçe    فارسی   

2
288-312

  • چشم داند فرق کردن رنگ را ** چشم داند لعل را و سنگ را
  • Rengi göz ayırt edebilir; lâl’i, taşı göz bilebilir.
  • چشم داند گوهر و خاشاک را ** چشم را ز آن می‏خلد خاشاکها
  • İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.
  • دشمن روزند این قلابکان ** عاشق روزند آن زرهای کان‏ 290
  • Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır. Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır.
  • ز آن که روز است آینه‏ی تعریف او ** تا ببیند اشرفی تشریف او
  • Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır.
  • حق قیامت را لقب ز آن روز کرد ** روز بنماید جمال سرخ و زرد
  • Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Allah, kıyamete Gün lâkabını taktı.
  • پس حقیقت روز سر اولیاست ** روز پیش ماهشان چون سایه‏هاست‏
  • Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
  • عکس راز مرد حق دانید روز ** عکس ستاریش شام چشم دوز
  • Gündüzü, Allah erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
  • ز آن سبب فرمود یزدان و الضحی ** و الضحی‏ نور ضمیر مصطفی‏ 295
  • Allah onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
  • قول دیگر کین ضحی را خواست دوست ** هم برای آنکه این هم عکس اوست
  • Allah, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
  • ور نه بر فانی قسم گفتن خطاست ** خود فنا چه لایق گفت خداست‏
  • Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Allah’ın sözüne girmesi lâyık olur mu?
  • لا أحب الآفلین گفت آن خلیل ** کی فنا خواهد از این رب جلیل‏
  • Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu Allah nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
  • باز و اللیل است ستاری او ** و آن تن خاکی زنگاری او
  • “Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.
  • آفتابش چون بر آمد ز آن فلک ** با شب تن گفت هین ما ودعک‏ 300
  • Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
  • وصل پیدا گشت از عین بلا ** ز آن حلاوت شد عبارت ما قلی‏
  • Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
  • هر عبارت خود نشان حالتی است ** حال چون دست و عبارت آلتی است‏
  • Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
  • آلت زرگر به دست کفشگر ** همچو دانه‏ی کشت کرده ریگ در
  • Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
  • و آلت اسکاف پیش برزگر ** پیش سگ کاه استخوان در پیش خر
  • Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.
  • بود انا الحق در لب منصور نور ** بود انا الله در لب فرعون زور 305
  • “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan!
  • شد عصا اندر کف موسی گوا ** شد عصا اندر کف ساحر هبا
  • Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
  • زین سبب عیسی بدان همراه خود ** در نیاموزید آن اسم صمد
  • İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Allah’ın o yüce adını belletmedi.
  • کاو نداند نقص بر آلت نهد ** سنگ بر گل زن تو آتش کی جهد
  • Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?
  • دست و آلت همچو سنگ و آهن است ** جفت باید جفت شرط زادن است‏
  • Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın.
  • آن که بی‏جفت است و بی‏آلت یکی است ** در عدد شک است و آن یک بی‏شکی است‏ 310
  • Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Allah’tır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Allah da şüphe yoktur.
  • آن که دو گفت و سه گفت و بیش ازین ** متفق باشند در واحد یقین‏
  • İki diyenler, üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler.
  • احولی چون دفع شد یکسان شوند ** دو سه گویان هم یکی گویان شوند
  • Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler de bir derler.