English    Türkçe    فارسی   

4
1694-1743

  • Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... Vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
  • نیست نقدی کش غلط‌انداز نیست ** وای آن جان کش محک و گاز نیست
  • Dâvaya kalkışan kişiye, dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş
  • زجر مدعی از دعوی و امر کردن او را به متابعت
  • Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım 1695
  • بو مسیلم گفت خود من احمدم ** دین احمد را به فن برهم زدم
  • Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak!
  • بو مسیلم را بگو کم کن بطر ** غره‌ی اول مشو آخر نگر
  • Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... Kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
  • این قلاوزی مکن از حرص جمع ** پس‌روی کن تا رود در پیش شمع
  • Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
  • شمع مقصد را نماید هم‌چو ماه ** کین طرف دانه‌ست یا خود دامگاه
  • Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin!
  • گر بخواهی ور نخواهی با چراغ ** دیده گردد نقش باز و نقش زاغ
  • Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar hilekârdır... Akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir. 1700
  • ورنه این زاغان دغل افروختند ** بانگ بازان سپید آموختند
  • Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi?
  • بانگ هدهد گر بیاموزد فتی ** راز هدهد کو و پیغام سبا
  • Arızi sesi, asıl sesten bil... Padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır!
  • بانگ بر رسته ز بر بسته بدان ** تاج شاهان را ز تاج هدهدان
  • Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayâsızlar, dillerine dolamışlardır.
  • حرف درویشان و نکته‌ی عارفان ** بسته‌اند این بی‌حیایان بر زبان
  • Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!
  • هر هلاک امت پیشین که بود ** زانک چندل را گمان بردند عود
  • Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder! 1705
  • بودشان تمییز کان مظهر کند ** لیک حرص و آز کور و کر کند
  • Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur!
  • کوری کوران ز رحمت دور نیست ** کوری حرص است که آن معذور نیست
  • Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!
  • چارمیخ شه ز رحمت دور نی ** چار میخ حاسدی مغفور نی
  • A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pisboğazlığın, senin işin sonunu gören gözünü kapattı!
  • ماهیا آخر نگر بنگر بشست ** بدگلویی چشم آخربینت بست
  • İki gözle evveli sonu gör... Kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma!
  • با دو دیده اول و آخر ببین ** هین مباش اعور چو ابلیس لعین
  • Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür... Hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur. 1710
  • اعور آن باشد که حالی دید و بس ** چون بهایم بی‌خبر از بازپس
  • Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... Çünkü onda şeref yoktur ki!
  • چون دو چشم گاو در جرم تلف ** هم‌چو یک چشمست کش نبود شرف
  • Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... Çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
  • نصف قیمت ارزد آن دو چشم او ** که دو چشمش راست مسند چشم تو
  • Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
  • ور کنی یک چشم آدم‌زاده‌ای ** نصف قیمت لایقست از جاده‌ای
  • Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!
  • زانک چشم آدمی تنها به خود ** بی دو چشم یار کاری می‌کند
  • Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir. 1715
  • چشم خر چون اولش بی آخرست ** گر دو چشمش هست حکمش اعورست
  • Bu sözün sonu yoktur... O hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.
  • این سخن پایان ندارد وان خفیف ** می‌نویسد رقعه در طمع رغیف
  • Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması
  • بقیه‌ی نوشتن آن غلام رقعه به طلب اجری
  • Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... Ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi...
  • رفت پیش از نامه پیش مطبخی ** کای بخیل از مطبخ شاه سخی
  • Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır!
  • دور ازو وز همت او کین قدر ** از جری‌ام آیدش اندر نظر
  • Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... Ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!
  • گفت بهر مصلحت فرموده است ** نه برای بخل و نه تنگی دست
  • Köle, hayır dedi... Vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... Padişahın yanında eski altın bile topraktır âdeta! 1720
  • گفت دهلیزیست والله این سخن ** پیش شه خاکست هم زر کهن
  • Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... Fakat o hırsından hepsini reddetti.
  • مطبخی ده گونه حجت بر فراشت ** او همه رد کرد از حرصی که داشت
  • Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.
  • چون جری کم آمدش در وقت چاشت ** زد بسی تشنیع او سودی نداشت
  • Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “hayır biz emir kuluyuz!”
  • گفت قاصد می‌کنید اینها شما ** گفت نه که بنده فرمانیم ما
  • Bunu feri’den sanma, asıldandır bu... Yaya pek kabahat bulma, oku atan koldur.
  • این مگیر از فرع این از اصل گیر ** بر کمان کم زن که از بازوست تیر
  • “Attığın vakit sen atmadın” ayeti bir iptilâdır... Fakat Peygambere de pek günah bulma; bu iş Allah’tandır! 1725
  • ما رمیت اذ رمیت ابتلاست ** بر نبی کم نه گنه کان از خداست
  • “A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... Gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!” dedi.
  • آب از سر تیره است ای خیره‌خشم ** پیشتر بنگر یکی بگشای چشم
  • Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı.
  • شد ز خشم و غم درون بقعه‌ای ** سوی شه بنوشت خشمین رقعه‌ای
  • Mektupta padişahı övdü... Onun cömertlik incilerini deldi!
  • اندر آن رقعه ثنای شاه گفت ** گوهر جود و سخای شاه سفت
  • “Ey avucu, hacetler isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan, buluttan da cömert olan!
  • کای ز بحر و ابر افزون کف تو ** در قضای حاجت حاجات‌جو
  • Çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... Hâlbuki senin elin, gülerek biteviye sofralar yayar” dedi. 1730
  • زانک ابر آنچ دهد گریان دهد ** کف تو خندان پیاپی خوان نهد
  • Mektubun zahiri medihti ama o medihlerden kızgınlığının kokusu duyuluyordu.
  • ظاهر رقعه اگر چه مدح بود ** بوی خشم از مدح اثرها می‌نمود
  • Senin işin de tıpkı onun işi gibi nursuz ve çirkin... Çünkü sen, yaradılış nurundan uzaksın, uzak!
  • زان همه کار تو بی‌نورست و زشت ** که تو دوری دور از نور سرشت
  • Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... Taze meyve gibi o, çabucak bozulur, çürür!
  • رونق کار خسان کاسد شود ** هم‌چو میوه‌ی تازه زو فاسد شود
  • Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat bulur... Çünkü o, oluş ve bozulmuş âlemindendir.
  • رونق دنیا برآرد زو کساد ** زانک هست از عالم کون و فساد
  • Methedende kin oldu mu onun karihasından doğan medihler, insana hoş gelmez! 1735
  • خوش نگردد از مدیحی سینه‌ها ** چونک در مداح باشد کینه‌ها
  • Gönül, kinden, pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku!
  • ای دل از کین و کراهت پاک شو ** وانگهان الحمد خوان چالاک شو
  • Ağzınla hamd ediyorsun ama için bunu reddetmede... Dilindeki hamd, ya şeytanlıktır, ya efsun!
  • بر زبان الحمد و اکراه درون ** از زبان تلبیس باشد یا فسون
  • İşte onun için Allah “Ben dışa bakmam, içe bakarım” dedi.
  • وانگهان گفته خدا که ننگرم ** من به ظاهر من به باطن ناظرم
  • Şerefini korumak için medihlerde bulunan, fakat içinden dert ve elem kokusu duyulan, hırkasının eksikliğinden o şükürlerin lâftan, yalandan ibaret olduğu anlaşılan övücü
  • حکایت آن مداح کی از جهت ناموس شکر ممدوح می‌کرد و بوی اندوه و غم اندرون او و خلاقت دلق ظاهر او می‌نمود کی آن شکرها لافست و دروغ
  • Birisi, Irak’tan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını sordular;
  • آن یکی با دلق آمد از عراق ** باز پرسیدند یاران از فراق
  • Dedi ki: doğru, ayrılık vardı ama yolculuk bana pek kutluydu, âdeta beni muştulamaktaydı. 1740
  • گفت آری بد فراق الا سفر ** بود بر من بس مبارک مژده‌ور
  • Halife, bana tam on kat elbise verdi... Yüzlerce methüsena, ona yakın olsun!
  • که خلیفه داد ده خلعت مرا ** که قرینش باد صد مدح و ثنا
  • Onu bir hayli övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... Nihayet şükür, haddini aştı.
  • شکرها و حمدها بر می‌شمرد ** تا که شکر از حد و اندازه ببرد
  • Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte.
  • پس بگفتندش که احوال نژند ** بر دروغ تو گواهی می‌دهند